Coşkun
Aral:
SİİRT'Lİ SÜPERMEN
"Şah'ın
oğlu, ben ve Süpermen, Kruschef'e karşı savaşıyorduk. O
dönem 60'lar, füze krizi, Komünizm umacısı, tehlike..."
Müjde Bilgütay
Bir uçaktasınız. İstanbul'dan
kalkıp Ankara'ya gidiyorsunuz. Sakin bir yolculuktan sonra
menzile varacak, bu arada siz hostesin getirdiği tatsız
tuzsuz çayla avunacak, belki biraz uyuklayacaksınız. Ama
birden, nereden çıktığı belli olmayan silahlı dört adam
uçağı, İslamiyet adına ele geçiriyor ve siz Ankara'ya inmeyi
beklerken, uçağın yönü İran'a çevriliyor. Ne yapardınız?
Sizi bilmem ama Coşkun Aral ayağa kalkıyor, "Pardon, ben
gazeteciyim. Sizinle ropörtaj yapmak istiyorum" diye olaya
giriyor. Sene 1980. " Ya ben bu olaya her zaman çok şaşırmışımdır,"
diyorum. Haberci'nin Reşitpaşa'daki binasında, Coşkun Aral'ın
yayına hazırladığı kitabı "Savaş" için hazırlanan Sezen
Aksu'nun seslendireceği videoklibin montajına bakıyoruz
birlikte. "Korkmadın mı? Tabii bir gazeteci için ne büyük
fırsat ama, değerlendirmek..." Biliyorum, kaçırılan bir
uçağın içinde, teröristlerle sıcağı sıcağına ropörtaj yapmak,
gerçek bir kriz anında insanları görüntülemek, yolcuların
hayatını ve kendini tehlikeye atma riskine girip, elinde
çok değerli bir makara fotoğrafla uçaktan sağ salim inmek
düşüncesi, her habercinin karnını tatlı tatlı ağrıtabilir.
Kendime "haberci" diyemem ama, benim karnım bile ağrımıştı.
"Teröristler değil, yanımda oturanlar dövüyordu beni, öldürteceksin
bizi diye". Bu olay, Coşkun Aral'ın hayatındaki dönüm noktasıydı.
Dünyada ilk kez kaçırılan bir uçağın içinde ropörtaj yapan
gazeteci olarak SIPA Press'in Fransa muhabirliğini aldı.
Ben yapabilir miydim? Mesleğimi hayatımın önüne koyup, böyle
bir riske girebilir miydim? Konuştukça gördüm ki, Coşkun
Aral, özel yaşamını, aile sevgisini, aşkı ve hatta hayatını
ikinci plana atıp, sadece "habercilik" için yaşayan bir
adam. Zaman zaman adeta katılaşan bir hırsla, Siirt'ten
yola çıkmış, yürümeye devam ediyor.
Çocukken ne olmak isterdin?
Çocukken mesleğinden etkilendiğim
dayım vardı; doktor, rahmetli. Onun gibi doktor olmak isterdim
ama hastayı hastanede kabul eden doktor değil de, gezgin
doktor. Katır sırtında, bazen yürüyerek köy köy dolaşan,
sağlık hizmetiyle hastanın ayağına gitmekten mutlu olan,
hatta mutsuzluk belirtileri gösteren ailesini bile fırçalayabilen
bir adam... Öyle bir adam. Gezgin tarafı çok ağır basıyordu.
Bizim gibi toplumlarda insana
verilen değer, ne yazık ki, çıkara endeksli oluyor. Yalakalığa
fazla prim veren bir yapımız var. Bize veren hep iyidir;
bizden alanı sevmeyiz. Bu Doğu'nun insanının kaderi; belki
yoksulluğun kaderi. İyi adam dediğiniz zaman, mutlaka size
birşey sunan adamdır. Birşey öğreten değil, birşey veren.
Maddi birşey. Açlığınızı gideren... Veren. Ben, bana birşey
verilmesinden ziyade, vermeyi, yardıma muhtaç kişiye vermeyi,
yardıma muhtaç doğaya vermeyi, yardıma muhtaç canlılara
vermeyi tercih etmişimdir. O yüzden kafamda ilk beliren
meslek, doktorluktu. Siirt'ten -okumak için- İstanbul'a
geldim. Siirt'teki yaz tatillerim sırasında çıraklık yapmış
olduğum bir mahalli gazete vardı; Mücadele gazetesi. Çok
farklı işlerde çıraklık yaptım ben. Kilim dokudum, battaniye
dokudum, birkaç haftalık berberliğim bile var. Hatta bazen
saçlarımı kendim keserim. Ama hoşuma giden, mürettiphanedeki
mürekkep, onun kağıtla buluşması, o tersten dizilen kurşun
harfler ve yazının, az okuyucu olmasına rağmen, insanların
yüzünde yarattığı ifade, o ifadenin bazen öfkeye dönüşmesi
ve yazan kişinin dükkanının yakılması, hakarete uğraması,
itilip kakılması, hapse atılması... O yüzden o meslek de
bana saygın görünmeye başladı. Çok değerli ustam, Siirt
Mücadele gazetesinin sahibi Cumhur Kılıççıoğlu, ki şu anda
hâlâ aynı gazetenin başında, beni gazeteciliğe heveslendiren
ilk insan o oldu. Doktor dayım ve gazeteci ağabeyim Cumhur
Kılıççıoğlu... Hem doktor olacak hem de gazetecilik yapacaktım;
oradaki olayları insanlara aktaracaktım.
Kahramanların var mıydı?
Masallardan ya da çizgi romanlardan özendiğin karakterler...
Süpermen olmaya çok özendiğim
dönemler vardı. Gerçi o zamanlar Süpermen çizgi romanları
pek kolay bulunmuyordu ama... İşte Baltalı ilah Zagor, Tommiks,
Texas gibi çizgi romanların arasında bir de Mister No vardı
mesela ama, şehrin konumu, coğrafyası farklı, başka şeylerle
buluşturuyordu bizi. Basıldıktan dört gün sonra bize zorla
ulaşan gazetelerin dışında şeyler... Benim ikici mekânım
olan, yine çok sevgili ustam, Siirt gazetesinin kurucularından,
şehirde gazeteciliği başlatan rahmetli Emin Kılıççıoğlu'nun
gazete bayii. Siirt'in tek kitabevi, dergi ve gazete bayiiydi.
Kütüphane gibi bir yerdi. Kuzenlerimle birlikte, hiç çıkmazdık
oradan. Dergilerle haşırneşir olmam o zaman başladı. İlk
Doğan Kardeş aboneliğim o zamandır. O gördüğüm, baktığım,
okuduğum çizgi romanlardaki kahramanların yerine geçtiğimde,
beni çeken, zordaki insanın yanında olmak, zordaki insana
destek olmaktı. Zorda olmak...
Garip arkadaşlar belirlemiştim kendime. O zamanlar Hayat
dergisinde çok konu edilen, bize çok yakın olduğunu hissettiğim
Şah ailesi... İran kapı komşumuz, Siirt kaçakçılığın çok
yoğun olduğu bir bölge. (İran'dan gelen) Çay bardaklarının
altındaki tabaklarda eskiden Süreyya'nın resmi varken, birden
Farah Diba'nın resimleri konulmuştu. Araştırdım, bunlar
neyin nesi diye. İşte Şah'ın ailesi, sonra benim yaşıtım
olduğunu okuduğum Rıza, onun Hayat dergisinde çıkan ropörtajları,
kayak yaparken, ata binerken filan... İran bize çok yakın
ve çok büyük bir güçtü. Gerçi o zamanlar JFK çok gündemdeydi.
Kruschef'e karşı savaşan bir koruyucu büyücü gibiydi Amerika.
Amerika'yla tanışmamız çok garip olmuştu. Siirt'e, bizim
okulda hiç sevmediğimiz, süt tozu ve soya yağı karıştırılarak
yapılmış sandöviçler geliyordu o sıralarda.
Marshall yardımı?
Marshall yardımı. İşte kafamda
bir Amerika, bir İran, İran Şahı'nın yaşıtım olan çocuğu...
Hep başka dünyalarla ilişki kurmayı düşlerimde yaşıyordum.
Şah'ın oğlu, ben ve Süpermen, Kruschef'e karşı savaşıyorduk.
O dönem 60'lar, füze krizi, Komünizm umacısı, tehlike...
Bir fabrikamız vardı; un fabrikası. Askeri ihtiyaçlara yönelik
çalışıyordu. Ordunun un ihtiyacını sağlamada kullanılan
bir tesisti. Askerlerin denetiminde buğday kamyonları gelirdi.
Biz kuzenlerimle kamyonların üzerine çıkar, siloların üzerine
atlardık. Askerlerle haşırneşir olduk, silahlarla tanıştık.
Bir köpeğimiz vardı; Reşo. Bir soygun girişimi sonucu öldürülmesi,
ilk kez mermiyle tanışmama neden oldu. Kafasına kurşun sıkmışlardı
hayvanın. Orada ilk kez bir canlının yaşamına bir insan
tarafından son verilmesi durumuyla karşılaştım. Çok etkilendim,
kafamda çok büyüdü. Sonra gezgin, gazeteci, doktor, başka
dünyalarla bağlantılar kuran Süpermen derken İstanbul'la
tanıştım. İstanbul'u annemin anlattıklarından biliyordum
zaten. Sevdim İstanbul'u, hayalimdeki İstanbul'la özdeşleştirdim.
Şimdi seviyor musun İstanbul'u?
Seviyorum. Hâlâ seviyorum
da, sevdiğim anları farklı. Mesela dün gece çok hoş diye
tanımlanan bir mekânda, gürültü ve keşmekeş içinde, insanların
ellerinde bardaklarla ne konuştuklarını anladıkları ne de
rahat ettiklerini sandığım bir ortamda bulunmak savaşı verdim,
saat üçlere dörtlere kadar. Zaman kaybı.
Konuşmamızın teması "başarı"
olduğuna göre, başarıyı senin nasıl tanımladığını merak
ediyorum.
Öncelikle mutlu olmam. Biz
farklı ortamlara gidiyoruz. İnsanın insanla ya da insanın
doğayla mücadele ettiği, yeri geldiğinde, tehlikeli bölgelerde
olduğu gibi, canını ortaya koyduğu yerlere; insanların coşkusunun,
mutluluğunun adeta katılaşıp karşımızda olağanüstü bir plastik
sanat eseri şeklinde belirdiği yerlere gidiyoruz. Bazen
bu coşkular, eğlenceler, ritüeller öyle bir düzeye ulaşıyor
ki, birdenbire karşınıza bir sanat abidesi çıkıyor. Öyle
yerlere gidiyoruz ki, bir yanda mutluluğun resmi, diğer
yanda mutsuzluğun resmi. Acının da, mutluluğun da müziğe,
insanların yüzlerine, kültürel etkinliklerine yansımaları
var. Biz bunları aktarmaya çalışıyoruz. Kaçta kaçını aktarıyoruz,
onu bilemeyeceğim. Ama bir nebze aktarıyoruz. O bir nebze
bile, bu mesajı ulaştırmayı istediğimiz kitleye gidiyorsa,
mutluyuz. Çoğunluk, hedef kitlemiz. Yani entellektüeller,
bu işin uzmanları ya da aydınlar değil. "Vasat" tabir edilen,
bizim için yüzde 60, yüzde 70, yüzde 80 olan bir kesit.
Onun anlayacağı dilden, onun literatürüyle sunmaya çalışıyoruz.
Amacımız bir akademisyeni mutlu edecek yoğunlukta bilgiler
vermek değil; olayla hiç ilgisi olmayan bir insanı haberdar
edebilmek.
Geriye dönüp baktığında,
kendini başarılı buluyor musun peki?
Bu Davut ile Goliath'ın çatışması
gibi. Bir dev ve bir minik adam... Hacim olarak düşünürsek,
imkansız. Şimdi burada akılcı düşünmek lazım. Kurnazlık
ve zeka gibi çoğu insanda var olan özellikleri işin içine
katmamız lazım. "Hakkımızı alamıyoruz" olayına girmek istemiyorum.
Hakettiğimizi bir şekilde alıyoruz. Daha iyisi mutlaka olabilir.
Doğrusu, daha iyisini yapmaya çalışmaktır. Bu da ekip işidir.
Ben bugüne kadar bir foto-haberci olarak, başka ölçeklerde
başarıya ulaştım. Bir kuşak için, bir foto muhabirinin en
büyük başarısı Time'a kapak olmaksa, oldum. Life'ta ropörtajının
çıkmasıysa, çıktı. Geo dergisinde çıkmasıysa, çıktı. İkibine
yakın konu yapmaksa, yaptım. Şimdi kollektif bir çalışmayla
birşeyler yapmaya çalışıyoruz ama ekip, doğal olarak, homojen
değil. Ekibin ortak bakış açıları var ama, sadece açılar
bunlar. Burada sizin birikiminizle, geçmiş tecrübelerinizle
onlara destek olup, sizinle birlikte yuvarlanmalarını sağlamanız
gerekiyor. Türkiye bilgi toplumu olmadığı için, zor. Biz
daha fazla ilgi toplumuyuz. Bize yakın, aynı şeyleri düşünen
insanları toplamak da mesele, onları aynı yola sokmak da
mesele, o yolda ilerlemelerini sağlayacak minimum mutluluktan
pay almalarını sağlamak da mesele. Bizimki gibi bir program
tutmazmış gibi bir hava estiriliyor. Oysa pekala da tutuyor.
Aldığımız en önemli eleştiri, geç saatte yayınlanmamız.
Şu anda Türkiye'de 400 program yapılıyorsa, biz ilk 100'ün
içinde ortalardayız. Eh, bu bile gösteriyor ki insanlar,
eğer uykuları iyice bastırmadıysa, bizi izliyorlar. Bu başarı
motivasyonunun ilk aşamasıdır. İkinci aşaması, ekip ruhu.
Üçüncü aşaması, bunun teknik donanımı. Dördüncü aşaması,
daha fazla mücadele edip, yeni programların oluşmasına destek
olup, onlarla yarışmak. Son aşaması, böyle bir programı
salt Türkiye'deki 66 milyon ya da Türki Cumhuriyetler'deki
100 milyona değil de, altı milyarlık dünya nüfusunun hiç
olmazsa bir milyarına ulaştıracak düzeye çıkartmak. Afrika'da,
Hindistan'da, Tanganika'da izlenir hale getirmek. Bunun
örnekleri var çünkü. Ama biz o hale gelir miyiz; bilmiyorum.
Pesimist değilim. Beş yıl önce, Haberci fikri ilk ortaya
atıldığında da, hiç tutmaz deniyordu.Halk cahil, halka inmek
gerekir, halk bu tür şeyleri sevmez...
Ne kadar yanlış birşey
ama, değil mi? Halk neden anlamasın ki? Halk diye senden
benden ayrı, renksiz, kokusuz bir kütle mi var?
Ben zaten "halka inmek" tabirine
karşıyım. Halkın içinde bir kişi, eğer kendi işinde uzmansa,
ben ona "çıkmalıyım".
"Keşke"lerin ya da "şimdiki
aklım olsaydı" dediğin şeyler vardır mutlaka...
Elimde olan "keşke"ler var. Elimde olmayanlar da var. Keşke
14 yaşından itibaren dile ağırlık verseydim. Keşke üniversitedeki
tercihimi farklı yapsaydım. Ben tıp bekledim, giremedim.
Keşke iletişim ağırlıklı bir bölüm bitirseydim; akademik
olarak da donansaydım. Keşke ilk yurtdışına çıkışım 20 yaşında
değil de 15'imde olsaydı.. Oraya gidip köşeyi dönmek ya
da rahata kavuşmak için değil, nerede olduğumu daha iyi
anlamak için. Amerika'ya gittiğimde mesela, bir sinek gibi
duvara çarptım. Keşke daha önce çarpsaydım!
Kaç ülke gördün?
150'nin üzerinde. Klasik gezgin gibi değil tabii; bir görme
biçimiyle gidiyoruz. O ülke halkının bile farkedemediği
detaya iniyoruz.
O zaman Türkiye'ye de daha objektif bir gözle bakabiliyorsundur.
Türkiye'ye değil ama insanına... Tabii hiçbir zaman böyle
bir bilgelik düzeyine ulaşamadım. Bilgi donanımım hiçbir
zaman bir akademisyen kadar değil; öyle bir donanımım olsa
zaten çok daha farklı işler ortaya koyardım. Teori yönüm
zayıf. Ama zaman dediğimiz şey bana yetmiyor. 24 saatin
dört saati uyku olsa, geri kalan 20 saat yetmiyor. Beyin
yıpranması çok fazla. Gittiğiniz her ülkede, sizinle birebir
ilişkiye giren on kişinin de dünyasına girmek zorundasınız.
O on kişinin kelime dağarcığını alıyorsunuz, yediği yemeği,
ailesini, oturduğu yerin sorunlarını... Birdenbire hiç tanımadığınız
uzak uzak coğrafyalarla ilgili öyle bilgilerle doluyorsunuz
ki, sırası geldiğinde çok yakın bir arkadaşınızın ismini
bile unutabiliyorsunuz. Bütün bunlar işin riski. Ben Fransa'dayken,
meslekte belli bir olgunluğa geldiğimde bana birtakım kurumlar
maddi destek olup, gel bilmemne üniversitesinde öğrencilere
deneyimlerini aktar, 15 gün konuğumuz ol, kitabına destek
olalım, seyahatlerine destek olalım, para verelim, hatta
öğrenciler arasından bir tanesini seç, iki yıl üç yıl sağ
kolun olsun gibi bir zihniyet vardı. Ben para vermiyordum;
bana para veriyorlardı. Burada, açık söylüyorum, asistanımla
daha yeni yeni sağlıklı bir çalışma ortamına girebildim.
Yok öyle kavramlar bizde. Çünkü beklentiler çok farklı.
Altyapı, üstyapı, bütün kurumlar, televizyon, medya, aileniz,
karınız, kocanız, çocuğunuz size, bir an önce araba sahibi
ol, bir an önce refahtan payını al deyip duruyorlar.
Benim sorduğum, biryığın
ülke içinde bizim nerede durduğumuzdu. Biz burada "içeridekiler"
olarak, kendimize uzaktan bakamıyoruz...
Ama işte bütün bunlar gösteriyor ki, dünya üzerinde Türkiye,
ne üretime, ne bilgiye, ne kültüre, oluşması süreci içinde
sabır göstermeyen bir ülke. Mesela Jhonnie Walker Black
Label 12 yıllık bir viski. Türkiye'de bunu üretecek sabır
yok. Fabrikayı kuruyoruz, herşeyi hazırlıyoruz ama sistem
bir türlü işlemiyor. İmalatçı diyor ki, bizim kullanacağımız
ürün bu. Ürünün bu fıçıda altı ay kalması lazım ki rengini
alsın; şu fıçıda bilmem kaç ay dinlenmesi lazım ki tadını
versin. Aman boşver şimdi, iki ay beklesin çıksın dediğin
zaman anlamı kalmıyor. Üretilen içki 12 yıllık bir Black
Label olmuyor.
Herşey iyi, güzel de, yalnızlıktan korkmuyor musun?
Evlenip çoluk çocuğa karışmak, yaşlandığında ya da hastalandığında
sana bakacak birilerini garantilemek filan? Süreki yalnızlığa
alıştım artık. Kronik bir yalnızlık içindeyim. Çünkü değer
yargılarım, içinde yaşadığım toplumunkilerden farklı. Mesleğim,
geniş bir zaman dilimi içinde olup biteni sürekli izlemeyi
gerektirdiği için, sürekli aktif haldeyim. Televizyonda
gece saat birde birşey görsem arabama atlar ofisime gelirim
ve buradan çıkıp başka bir yere gidebilirim. Hafta sonu
ailemi ziyaret edeceğim yerde, iki söyleşiye katılıp birkaç
kişinin daha kafasında soru işaretleri oluşturmayı tercih
edebilirim. Aynı kafa yapısına sahip insanların az bulunduğu
bir ülke olduğu için burası, beni yalnızlığa itiyor. Ortak
renklerimiz oluyor bazı insanlarla ama, zaman paylaşımında
paralellik olmayınca, ister istemez yalnız kalıyorsun. Değerler
de farklı.
Ama çok zor birşey bu.
Zor tabii.
Değer mi peki?
Değer. Değer çünkü, birilerinin
de bu seçimi yapması lazım. Bu alternatif çok az kişi tarafından
seçilir bir toplumda. Burada camcıyken Amerika'da cam üzerine
eğitim görüp, dünyanın en güzel camlarını yapabilecek bir
adamın ülkesine dönmesi gibi. Eğer hakikaten cam sunumunda
bir sorun varsa, o adam köşesinde kalır ve yeni camcıların
yetişmesine yardımcı olamaz; o bilgiyi aktaramaz. Habercilik
de öyle. Şu anda milyonlarca genç haberci, iletişimci, televizyoncu,
medyacı olmak istiyor. Ama genç kızların büyük bölümünün
gözü Televoleler'de. Böyle programlarda görünüp, toplumda
"ilgisel" saygınlıkla biryerlere gelme çabası içindeler.
Foto-muhabirliğin geleceği kalmadı diye bir geyik var
şimdi...
Geleceği var ama gerçekten
sevenlere var. Gençlerin büyük bölümü Televoleler'e layık
gösteriş tüketimine yönelmiş durumdalar. Bir anda televizyon
sunuculuğu enflasyonu oldu; köşe yazarlığı enflasyonu oldu.
Köşe yazarı olduğunuz zaman, birine çamur atıp cevabına
muhatap olmamak gibi bir lüksünüz var. Hesap soran yok.
Çünkü yargı doğru dürüst işlemiyor. Meydan kolaycılara,
ucuzculara kaldı. Böyle bir ortamda Jeanne D'arclar'a demiyeyim
ama Don Kişotlar'a ihtiyaç var. Ben de Don Kişot olmaya
kararlıyım.
Dünyanın en güzel ülkesi
hangisi sence?
Bakışına göre değişiyor.Bir
hafta önce Kapadokya'daydım. Bugüne kadar peri bacalarını
hep yeryüzünden görüyordum. İçlerine girdiğimde muhteşem
şeyler keşfettim. Dünyadaki benzerleriyle kıyasladım. Balonla
dolaştım. Güneşin doğuşu muhteşem. Ama bir minicik bölge.
Geçen sene Nemrut'ta Vivaldi'yi dinlerken olağanüstüydü.
Hoşap Kalesi'nde, gökyüzünün yeryüzüyle buluştuğu o görkemli
coğrafya... Her gittiğim yerde duyduklarım farklı. Türkiye
diyorum ama Hindistan'a da gidince bunları keşfedip, görebiliyorum.
Hoşlanmadığın yerler diye sorsan, belki...
Peki, öyle sorayım...
Tarihin, geçmişte yapılmış
uygarlık izlerinin iyi korunduğu yerlerde kısa süre kalıyorum.
Avrupa ülkelerinin başkentlerine gittiğim zaman... Mesela
Kopenhag'a iki gün, Londra'ya dört gün (dayanabiliyorum).
Paris'e, vergi ödemek zorunda kalmadığım müddetçe, her zaman...Bir
Floransa, bir Roma, uzun bir zaman. İspanya'nın güneyi,
Sevilla, Granada müthiş. Kahire, İstanbul, Beyrut, tarihi
günlük yaşamla birleştiren şehirler. Ruhsuz şehirleri sevmiyorum.
NewYork'ta Manhattan bambaşka. Ama Manhattan dışında Amerika'da
olmak istemem. Manhattan'daki hız, beyinlerin birbirine
sürterek çıkardıkları enerji başka hiçbir yerde yok. Çünkü
Amerikalı değil hiçbiri.
Ya dünyanın en güzel kadınları?
Her kadın güzeldir... Bakımlı
kadınlar var; karşısındakini etkilemek için kendilerine
daha çok özen gösteren kadınlar var. Kafiristan'a gittiğim
zaman Kalaş kadınlarını gördüm. İnanılmaz makyajlar yapıyorlar.
Ege'deki ünlü bağbozumu şenliklerindeki kadınların benzerleri.
Hem erotik dansları hem de fiziksel gösterişleriyle, çok
çekiciler. Olağanüstü bir çekicilik ama yanlarına yaklaşamıyorsun.
Çok kötü kokuyorlar.
Niye kokuyorlar?
Yağlıyorlar kendilerini. Çok
soğuk olduğu için hayvan yağlarını karıştırıp vücutlarına
sürüyorlar. Alışıyorsun bir süre sonra ama Allah kocalarına
sabır versin. Bir Japon Geyşa'sındaki, bir Thai kadınındaki
çekicilik... Bu, erkeğine kul köle olması gibi birşey değil.
Çiftlerin birbirini tanımasında ve tanıtmasında destek olan
kadınlar. İlişkide kadının üstlendiği görev daha fazla.
Bunun bilincinde olan, erkeği hem koruyacak hem cezbedecek
hem de kendini ona daha iyi kabul ettirecek, daha fazla
düşünen kadınların bulunduğu yerleri seviyorum. Bunun içine
bakım da giriyor, davranış biçimi de, görsellik de giriyor.
Batıda kadınların gösteriş açısından yeterli formasyonu,
malzemesi var ama ruhen...
Feminen değiller...
Değiller. Karşılık bekliyorlar.
Alışveriş gibi. Anneyle çocuğu arasındaki ilişki karşılıksızdır.
Kadınla erkek arasında da böyle olmalıdır. Kadın erkeğine
çocuğu gibi bakar. Batılı bir kadınla sürekli beraberliği
hiç düşünemiyorum.
Seninki gibi bir hayat
tarzıyla, sürekli bir beraberlik kurmak zaten zor.
Zor ama düşünebilirim. Zor
olduğunu biliyorum. Henüz böyle bir kadın bulamadım. Arada
aşk olur, etkilenme olur, çekim olur filan ama, önemli olan
birbirlerinin açıklarını kapamaları. Konuşabilecek çok şeylerinin
olması. Çekicilik tabii ki önemli; çok önemli ama tek başına
yetmez. Konuşacak ve paylaşacak şeylerinin olması gerekli.
Konuşacak ve paylaşacak şeylerinin büyük bölümü, yaptıklarıyla
doğru orantılı. İşlerinin birbirini tamamlaması halinde,
beraberlik daha uzun olacaktır. İşte tamamlayıcılık olunca,
kaybetmekten korkmaya başlıyorsun. Çok sevdiğin bir mesleğin
var; bu mesleğinde seni tamamlayan, destek olan bir insan...Evet
beraberliğimiz yürümüyor, anlaşamıyoruz, huzursuzuz ama,
onu kaybedersen, mesleğin sekteye uğrar. O zaman biraz daha
zaman ayırıyorsun, sabır gösteriyorsun. Türkiye'de en büyük
sorunumuz bu. Sabırsızız, zaman veremiyoruz, kendimizi zamana
bırakamıyoruz ve suçu kendimizden ziyade başkasında arıyoruz.
Müjde
Bilgütay
|