Eksikliği
Duyulan Şeyler
Mustafa
Kurt
İncitenin de kalbi ve pişmanlıklarının olacağı bir zamana...
Dört adam, bir kapıdan çıkıp
dört ayrı yönde yürüdüler. Dört adam değil, dört dünyaydı
belki sokaklara dağılan. Arkalarında bıraktıkları geniş
ve karanlık odalarda keskin bir tütün kokusu dalgalanıyordu.
Masanın üzerine dağılmış kâğıtlar.. Az önce bu taşbaskı
usûlü çalışan bu yerde, çam ağacından yapılmış masanın üzerinde
kıyametleri koparmışlar, sonunda küfürler savurarak yönelmişlerdi
kapıya. Uzun zamandır bir lügat üzerinde çalışıyorlardı.
Bütün kitabın kalıplarını hazırlamışlar, ancak bir türlü
çözemedikleri o tek sayfa yüzünden baskıya geçememişlerdi.
İstanbul'da Türklerin kurduğu
ilk matbaalardan biriydi bu. Ancak matbaa ustalarından ikisi
dışında diğer çalışanları başka ülkelerden gelmişlerdi.
Ermeni ve Musevilere ait birçok matbaa vardı, Beyoğlu ve
çevresinde. Matbaaların çoğalmasıyla birlikte binlerce insanın
yazan kalemi bir anda durmuş, onların yerine matbaalar çalışmaya
başlamıştı. Hattatlar da kalem ve hokkalarını tabutlara
koyarak İstanbul sokaklarında yürümekte aramışlardı çareyi.
Yürüyüşleri işe yaramış, yayımlanan bir fermanla dinî kitapların
matbaalarda basımı yasaklanmıştı. Baskıya hazırladıkları
bu kitap, bir akşam üstü başka bir matbaadan getirilmiş,
parası da ödenmişti. Getirenler dinî kitap sandıkları için
kendileri bu kitabı basmaya cesaret edememişlerdi. Aslında
oradakilerin hiçbiri, lügatin içinde ne yazdığını tam olarak
bilmiyordu. Yazanı da belli değildi. Pek duyulmayan bazı
kelimelerin tarifleri yapılmış, altına da o kelimenin içinde
geçtiği bir metin yerleştirilmişti. Baskıya hazırlayamadıkları
o tek sayfayı okutmak için başvurdukları bilirkişiler dahi
bu metinden bir şey anlayamamışlardı. Ancak en son gittikleri,
Türkçe'yi pek iyi konuşamayan bir adam, metnin büyük bir
ihtimalle eski Hint dilinde yazılmış olabileceğini söylemişti.
Bu dili bilen birisini nasıl ve nereden bulacaklardı?...
Matbaanın en genç işçisi,
üç adamın arkasından kocaman kanatlı kapıyı zorla ittikten
sonra kilidi halkalara taktı. Nereye gideceğini bilen adımlarla
ana caddeye doğru ilerledi. Her akşam vakti karşılaştığı
kızı gene göreceği umudu vardı içinde. Sabahları geçtiği
caddeye bakan bir evin penceresinde fark ettiği bu kızı
her akşam kendisini bekler halde buluyordu. Hatta onunla
kaçamak birkaç konuşmaları bile olmuştu. "Bu kız beni gerçekten
seviyor" diyerek gülümsedi. İşte o akşam da caddenin dar
bir sokağa açılan köşesinde sırtını duvara dönmüş olan kız,
kendisini bekliyordu. Ancak bu kez telaşlı bir hâli vardı.
Yanına yaklaştı. "Neden burada duruyorsun?" Kız çok kısık
ve mahcup bir sesle: "Babam beni yaşlı bir adama veriyor,
yarın kumaş kesimine gidelim, diyorlar. Ama ben hiç istemiyorum.
N'olur gidelim buralardan." dedi. Oğlanın gözlerinde büyük
bir öfke toplandı: "Sen istemezsen veremezler. Demek ki
senin de meylin var, o adama. Ne o, çok mu zengin?" Kızın
gözleri dolmuştu. Denecek bir şeyler olsa bile kızın bunları
diyecek cesareti yoktu. Bu genç adam ne istiyordu kendisinden?
Nihayet baklayı çıkardı ağzından: "Senin gibi yere bakıp
da utangaç görünen kızları bilirim ben. Geliyorsan benimle
şimdi gel. Ama ben istediğim zaman babanın evine geri dönersin.
Hem o adam da senden vazgeçer bu zaman içinde..." Kız sustu
önce. Sonra takıldığı çalılardan kurtulmuş bir kaçak gibi
koştu ahşap evine. Gözlerinden yollara gözyaşları savruluyordu.
Genç, kızın ardından söylenip evine doğru yürüdü. Onun için
koşan bir insan değil, sadece bir bedendi.
Matbaa ustası, hiçbir yola
sapmadan doğruca evine gitti. Geniş bir yüzü, çok sert bakışları
vardı. Yürümüyor, adeta bastığı yerleri eziyordu. Evinin
kapısının tokmağını çaldı. Karısı kapıyı açmakta gecikince
karısına küfürler savurdu. İçeri girdi. Çocuğunun yerlere
bir şeyler döktüğünü görünce ona sinirlendi. Zaten bahane
arayan bu adam, nihayet karısı bazı şeylerden şikâyet edince
onu dövdü ve uyudu.
Harf dökümcüsü, her zaman
yapageldiği gibi dolambaçlı sokaklarda hızlıca yürüdü. Yerin
altına doğru ilerleyen bir kahvehaneye girdi. Üzerine yöneltilen
bakışlardan onun beklendiği anlaşılıyordu. Masaya oturdu.
Sandalyede belli olmayacak kadar zayıftı. Göz çukurları
çok derindi ve siyah torbalar vardı gözlerinin önünde. Diğerleriyle
birlikte masanın etrafında daire oldular. Onlar bu dairenin
adına 'aşere' diyorlardı. Ortaya nargile getirildi hemen.
Az sonra gözlerindeki buğudan içtikleri şeyin esrar olduğu
anlaşıldı. Tam o sırada kapıda büyük bir gürültü koptu.
Bir delikanlı içeriye girmeye çalışıyor iki kara adam da
onu dışarı itiyorlardı. "Sen önce borçlarını öde... Bana
mı soruyorsun, nereden bulacağını, git dilen!" seslerinin
ardından büyük bir sessizlik kuşattı, bu içerlek kahveyi.
İçerdekilerin rahat tavırlarından içtikleri şeyin yasak
olmadığına hükmedilebilirdi. Harf dökümcüsü genç, törenleri
bittiğinde tabakasından kalınca bir tütün sardı. Sigaranın
o maviye çalan buğusunu içine öyle çekiyordu ki, o çekişten
sonra dumanın nasıl olup da tekrar aynı yoldan geri geldiğine
inanamazdınız. Zayıf bir bedeni tüketmek istiyordu sanki.
Hiçbir şey yemeden gelmişti buraya. Bu adamın zoru neydi
kendisiyle?...
Matbaadan çıkanların en yaşlısı
olan ve matbaanın kâğıt işlerine bakan adam ise, bir sokak
ötede olan evine yollanmıştı. Yolda yürürken önüne bir kedi
çıkmış ve ona okkalı bir küfrün yanında bir de tekme sallamıştı.
Canı acıyan kedinin feryadına sokaklar dar gelmişti. Açıla
kapana eskimiş bir kapının kilidini sertçe açan bu ihtiyar,
içeri girip elinde taşıdığı bir somun ekmeği oturup kısa
sürede katıklarıyla beraber tüketti. Hiç düzeltilmeyen yatağına
uzandı. Anlaşılan o ki bu küçük barakaya yıllardır kendisinden
başka kimseler uğramamıştı. Tam uyuyacağı sırada bazı tıkırtılar
duydu. Söylenerek hemen kalktı; masanın üzerinde duran kalın
saplı bıçağını kavradı. Yatağının altına sarkan perdeyi
araladı ve elindeki sopaya benzer bıçağı savurdu. "Şimdi
gebereceksin" diye bağırdı. Çok acı bir ciyaklamadan sonra
oradakinin zavallı bir fare olduğu anlaşıldı. Fare tam olarak
ölmemişti. Elleriyle onu dışarıya çıkardı. Kalın derili
kocaman elleri vardı. Ellerinin içinde kaybolup kaybolup
görünen bu küçük canlıyı sıkabildiğince sıktı, sıktı. Bıçağın
açtığı yaradan çıkan organları görünce gönül rahatlığı ile
onu bıraktı. Bu küçük beden, ölmenin yaşamaktan daha kolay
olduğunu o ellerin içindeyken tekrar keşfetmişti şüphesiz.
Bu adam ne istiyordu bu küçük varlıktan?
Ertesi sabah dört adam, her
zaman olduğu gibi bu matbaanın ağır kokusunda buluştular.
Sigara dumanı yine en ulaşılmaz köşelere bile varmıştı.
Elindeki tek sayfayla ortada dolaşan matbaa ustası, en gençlerini
yanına çağırıp "Bunu al ve doğru Hanri Kayol'un Doğruyol'daki
matbaasına git. Orada bu metni çözebilecek bir adam çalışıyormuş.
Fakat hemen dön, şu lügati basıp kurtulalım, bu illetten"...
İçerde adını sorduğu bir işçi,
onu kitap deposunun hemen yanındaki özel bir bölmeye götürdü.
Oldukça yaşlı ve de ömründe hiç görmediği kadar uzun boylu
bir adam bekliyordu onu. Adam doğruldu, sımsıcak bir sesle
"Hayrola evlat! Senin ne işin var, bu karanlık yerde?" dedi.
Genç üzerinde anlaşılmaz işaretlerin bulunduğu sayfayı onu
uzattı ve ilave etti: "Bu bastığımız lügatin okuyup da kalıba
sokamadığımız sayfası. Sizin bunu okuyabileceğinizi söylediler.
Sormadığımız kimse kalmadı. Ancak hiçbiri bu kısmı Türkçe'ye
aktaramadı. Eski Hint dilinde miymiş mi neymiş! Şu işimizi
görüver beyamca."
Yaşlı adam, elindeki metne
uzunca bir süre baktı. Bir ters çevirdi bir yan. Sonunda
teşhisi koydu: "Evladım bu metnin Sanskritçe olduğu doğrudur;
ama ben de pek anlayamadım. Yıllardır bu dilde kitaplar
okurum ama ilk defa böyle bir şey görüyorum. Ama bakacağız
bakalım bir hâl çaresine." dedi. İhtiyarın söyledikleri
genç çocuğu hiç ilgilendirmiyordu. O, getirdiği sayfayı
ihtiyarın hemen çözeceğinden ve bu işten de böylelikle kurtulacaklarından
başka bir şeye inanmak istemiyordu. "Yahu bu ihtiyara biliyor
diye geldik; ama onun bir şeyden anladığı yok" diye geçirdi
içinden. Ama gene de sahte bir gülüşü esirgemedi ondan.
Çıkmadan önce ihtiyara tekrar ne zaman gelmesi gerektiğini
sordu. İhtiyar: "Oğlum sen zahmet etme. Bizzat ben getireceğim
bu metni. Çözebilirsem tabi." Genç, uflamalar arasında bu
kocaman taşlardan ibaret binanın içinden çıktı. Matbaa ustasından
duyacağı küfürleri düşünerek geldiği istikamete yöneldi...
İhtiyar, önünde yabancı dillerde
yazılmış birçok kitaplar olduğu hâlde, kalemle bir şeyler
karalıyordu. Bir türlü önündeki metnin sırrını çözememişti.
İstanbul'a bizzat padişahın davetiyle araştırmalar yapmak
üzere gelen bu adam, Sanskritçe üzerine ihtisas yapmıştı.
Önündeki metnin bahsedilen dile benzeyen birçok yönü vardı.
Harfler kelimeler sanki o dille yazılmıştı ama artık konuşulmayan
bir dilin nasıl bu kadar değişebileceğine ihtimal veremiyordu.
O günlerde Hint ülkesinden gelen seyyahlarla konuşmuş, bir
netice alamamıştı.
Bu bir lügat olduğuna göre,
önünde yazılı olan şey, bir kelimeyi tarif etmeliydi. Zaten
sayfanın düzeninden bunu anlamak mümkündü. Fakat içinde
yazan şeyler neydi acaba? Aslında o, bu metni kendisine
getirilen bir iş olarak görmüyordu. Çözüp ne olduğunu anlamak,
merakını sona erdirmek de istiyordu. Kelime kelime gidiyor
ama gene de bir sonuca varamıyordu. Karşısındaki bir bilmece
miydi yoksa bir muamma mıydı? Hatta bazen üzerinde uğraştığı
bu metnin kutsal bir şey bile olabileceğini düşündü. Günlerce
gecelerce süren çalışmaların sonucu sadece ve sadece daha
da karmaşık hâle gelen karalama kağıtlarıydı. Raflardan
rasgele çektiği kitaplar okumaya başladı sonraki günlerde.
Kendini ve bilmecesini bir tesadüfe terk etti.
Birgün dillerle ilgili bir
kitap okurken kafasında bir şimşek çaktı. Kalbinin atışları
bile hızlanmıştı. Büyük keşifler yapmış denizciler gibi
bakıyordu, önündeki sayfanın ufuklarına. Sevinci, bir kelimeyi
tanır gibi olmasından geliyordu. Bu kelime metinde en çok
geçen kelimeydi. Nihayet varsayımlarla o kelimeye değerler
vermeye başladı. Bütün ihtimalleri düşündü. Sonunda can
verenlere mahsus geniş ve uzun bir soluk attı. Yüzündeki
sevinç, oyuna çağrılan çocuklarınkine benziyordu. Bulduğu
kelime Sanskritçede ateş anlamına gelen "agni"ydi. Çok uzun
sürecekti bu çözülüş. Çünkü bütün kelimelerin aynı yolla
anlaşılması gerekiyordu.
Günlerdir girmediği odasına
girmiş, Sanskritçe bir sözlükle birlikte bazı notlar almaya
başlamıştı. Tam üç gün boyunca kalemi kağıttan hiç ayrılmadı.
Sonunda metnin esrârı çözülmüştü. Bütün kelimelerin bulundukları
zamandan yaklaşık yüz kırk yıl sonra alacakları hâlleri
düşünmekte gizliydi her şey. Kelimeleri tek tek, o zamana
taşıdı. Ama çözdüm dediği anda tüylerini diken diken eden
bir gerçek ortaya çıkmıştı. Avrupaî takvime göre İ. S. 2000'li
yılların başında yazılan bir metin nasıl olup da karşılarına
çıkıyordu? Hem hiç konuşulmayan bir dil nasıl oluyor da
değişmeye devam ediyordu? Bunun gelecekten bir ses olduğuna
inanmak ne kadar mantığa sığardı ama öyleydi işte. Önündeki
yazıdan korktu. Ama çözmeliydi artık. Bu işkence bitmeliydi...
Günlerce uğraştan sonra,
elinde orijinal metin ve tercüme ettiği kağıtlarla birlikte
matbaanın kapısındaydı. Titrek ve gizemli bir ses tonuyla:
"Lügatinizi basabilirsiniz." dedi ve elindeki kağıdı masaya
koyup, kaçarcasına matbaadan uzaklaştı. Kalıpçı çocuk, isteksiz
isteksiz yerinden kalktı. Masanın başına geldi. Hepsi artık
bu kağıtta ne yazdığını öğrenmek istiyordu. Bu dört adam
meraklı gözlerle kağıda eğildiler. Önlerindeki bölüm, lügatin
"Merhamet" maddesiydi. Ancak bu maddenin bir tarifi yoktu,
önlerindeki sayfada. Sadece o kelimenin geçtiği bir metin
yer alıyordu. En genç olanları, bu meraklı bekleyişi bitirmek
için okumaya başladı:
"bir zamanlar... bilinmez
nasıl zamanlardı/temrenlerle, kurşunlar öper gibi değerdi
kuşların kalbine/onları çeken parmaklarda bir titreme vardı/kuşlar
da bilirdi vurulmak zorunda olduklarını/kanları sıcacık
akıverirdi bembeyaz karlar üstüne/ne zaman vurmuş olmaktan
zevk almaya başladı tetiği çekenler/o zaman kuşların kalbi
kanayamadı bile/bir tomar gibi düştüler yere/çiçekler bile
ne çok acı verirdi ürkeklikten uzak parmaklarda/acılar bile
en olgun hâlleriyle yaşanırdı o zamanlar.../sonra gösterilen
gözyaşlarıyla sürüp gitti her şey/nihayet gözyaşları sadece
su oldu/çekildi içinde sudan gayrı ne varsa...
ne zaman beden görmeye
başladı gözler/bedenlerle yoğruldu sevgiler, şehvetle baktı
gözler/tüketildi bedenler, en acısı da sevgiler/elmas gibi
sert dudaklar acıttı, hatta yaktı bedenleri/eski yaraları
yeniden kanamaya başladı sevilenlerin/başka bedenleri hoyratça
tüketenden kendine merhamet beklenir mi hiç?.../sulara da
karıştı bilmediğimiz şeyler/akanların kirlenmediğine inanmıştık
oysa biz/insanları günahlarından arındırmıyor artık ırmaklar
da/aynalar bile kocaman yalanlar söylüyor/böyleyken yıkılacaktı
elbet, fildişi kuleleri pencerelerdeki kızların...
babalar çocuklarını kocaman
sevmiyorlar artık/onlar için ekmek taşımıyorlar koltuklarının
altlarında/'deniz nasıl örterse sen de sevdiğini öyle ört'
diyen bilgeler yok şimdi/'ya da siz ne yaparsanız o olursunuz'
diyenler de…/korunaklı evler yok şimdi bizlere ve bedenlerimize/şüphe
şaşkınlık ve karanlık ne çok şey söylüyordu oysa bize/kendimizi
tanımıyoruz bizler bile/uyuyan çocuğuna değemeyen ne çok
anne var/aynı duvarlarla çevrilen evlerde yabancılar yaşıyor
şimdi...
adı konulamayan hayallerimiz,
yoramadığımız rüyalarımız vardı/ bütün sığmazdı elbet parçaya/bunu
bilirdik de/kendimizi aramak için uzaklaşırdık kendimizden/bir
alacakaranlıkta anlayamadık eksik olanın ne olduğunu/ kendine
kurulan en acımasız tuzaklar var artık.../ateşe değen ellerimiz
değil, ateşler korkuyor/bizler nasıl öğreticileriz ki korkuyu
da bildirdik ateşlere/çaldığını saklamanın zorluğun sadece
hırsızlar bilmiyor ne yazık!/sırları bilinir kılan şairlerimiz
de yok/kelimeler mi kirlendi?/yoksa bu zulümlerden canı
mı yandı kelimelerin?.../açıkça söylendi bu sözler, söyleyene
de kalacak elbet/biten bitsin giden gitsin artık/ne de olsa
şairler de bunu haykırmıyor büyük törenlerde..."
Dört adam, bir kapıdan çıkıp
dört ayrı yönde yürüdüler...
Mustafa Kurt
|