Back to Main Page
Back to Main PageSon SayıÖnceki SayılarEditörlerİletişim



Editörden

Gezgin Fotoğrafçılar

Amerika'yı Keşfederken

Uzaklardan

Müziğin Resmi

Ben bir Fotoğrafçıyım

Kaktüs

"B & W In COLORS"

Ahmet Kayacık'ı Kaybettik.

Yol Notları

"Öykü"-Eksikliği Duyulan Şeyler

Yüzler

Cadı Kazanı

Gap Projesi

En Eski Fotoğraf Derneği

Siirtli Süpermen

Solan Renkler

Bir Ayrılış Öyküsü

Eğitim

FOTOGEN, FSK

Fotoğraf Dünyasından Haberler

Pano

Okudunuz mu?

Ciddiyet

Bit Pazarı

"Bir Ülke Bir Fotoğrafçı"

Yeni Umutlar
Mehmed Nusreddin Özbay, Lale Öztürk, Ferhunde Çayır


Sergi Salonu, İlkay Muratoğlu, Tekin Ertuğ

Suyunu Çıkaranlar

"Portfolyolar"

Coşkun Aral

Adnan Ataç

Selim Seval

Fethi Sabunsoy

Tanju Akleman

 



Sayı 2


Eksikliği Duyulan Şeyler
Mustafa Kurt

İncitenin de kalbi ve pişmanlıklarının olacağı bir zamana...


Dört adam, bir kapıdan çıkıp dört ayrı yönde yürüdüler. Dört adam değil, dört dünyaydı belki sokaklara dağılan. Arkalarında bıraktıkları geniş ve karanlık odalarda keskin bir tütün kokusu dalgalanıyordu. Masanın üzerine dağılmış kâğıtlar.. Az önce bu taşbaskı usûlü çalışan bu yerde, çam ağacından yapılmış masanın üzerinde kıyametleri koparmışlar, sonunda küfürler savurarak yönelmişlerdi kapıya. Uzun zamandır bir lügat üzerinde çalışıyorlardı. Bütün kitabın kalıplarını hazırlamışlar, ancak bir türlü çözemedikleri o tek sayfa yüzünden baskıya geçememişlerdi.

İstanbul'da Türklerin kurduğu ilk matbaalardan biriydi bu. Ancak matbaa ustalarından ikisi dışında diğer çalışanları başka ülkelerden gelmişlerdi. Ermeni ve Musevilere ait birçok matbaa vardı, Beyoğlu ve çevresinde. Matbaaların çoğalmasıyla birlikte binlerce insanın yazan kalemi bir anda durmuş, onların yerine matbaalar çalışmaya başlamıştı. Hattatlar da kalem ve hokkalarını tabutlara koyarak İstanbul sokaklarında yürümekte aramışlardı çareyi. Yürüyüşleri işe yaramış, yayımlanan bir fermanla dinî kitapların matbaalarda basımı yasaklanmıştı. Baskıya hazırladıkları bu kitap, bir akşam üstü başka bir matbaadan getirilmiş, parası da ödenmişti. Getirenler dinî kitap sandıkları için kendileri bu kitabı basmaya cesaret edememişlerdi. Aslında oradakilerin hiçbiri, lügatin içinde ne yazdığını tam olarak bilmiyordu. Yazanı da belli değildi. Pek duyulmayan bazı kelimelerin tarifleri yapılmış, altına da o kelimenin içinde geçtiği bir metin yerleştirilmişti. Baskıya hazırlayamadıkları o tek sayfayı okutmak için başvurdukları bilirkişiler dahi bu metinden bir şey anlayamamışlardı. Ancak en son gittikleri, Türkçe'yi pek iyi konuşamayan bir adam, metnin büyük bir ihtimalle eski Hint dilinde yazılmış olabileceğini söylemişti. Bu dili bilen birisini nasıl ve nereden bulacaklardı?...

Matbaanın en genç işçisi, üç adamın arkasından kocaman kanatlı kapıyı zorla ittikten sonra kilidi halkalara taktı. Nereye gideceğini bilen adımlarla ana caddeye doğru ilerledi. Her akşam vakti karşılaştığı kızı gene göreceği umudu vardı içinde. Sabahları geçtiği caddeye bakan bir evin penceresinde fark ettiği bu kızı her akşam kendisini bekler halde buluyordu. Hatta onunla kaçamak birkaç konuşmaları bile olmuştu. "Bu kız beni gerçekten seviyor" diyerek gülümsedi. İşte o akşam da caddenin dar bir sokağa açılan köşesinde sırtını duvara dönmüş olan kız, kendisini bekliyordu. Ancak bu kez telaşlı bir hâli vardı. Yanına yaklaştı. "Neden burada duruyorsun?" Kız çok kısık ve mahcup bir sesle: "Babam beni yaşlı bir adama veriyor, yarın kumaş kesimine gidelim, diyorlar. Ama ben hiç istemiyorum. N'olur gidelim buralardan." dedi. Oğlanın gözlerinde büyük bir öfke toplandı: "Sen istemezsen veremezler. Demek ki senin de meylin var, o adama. Ne o, çok mu zengin?" Kızın gözleri dolmuştu. Denecek bir şeyler olsa bile kızın bunları diyecek cesareti yoktu. Bu genç adam ne istiyordu kendisinden? Nihayet baklayı çıkardı ağzından: "Senin gibi yere bakıp da utangaç görünen kızları bilirim ben. Geliyorsan benimle şimdi gel. Ama ben istediğim zaman babanın evine geri dönersin. Hem o adam da senden vazgeçer bu zaman içinde..." Kız sustu önce. Sonra takıldığı çalılardan kurtulmuş bir kaçak gibi koştu ahşap evine. Gözlerinden yollara gözyaşları savruluyordu. Genç, kızın ardından söylenip evine doğru yürüdü. Onun için koşan bir insan değil, sadece bir bedendi.

Matbaa ustası, hiçbir yola sapmadan doğruca evine gitti. Geniş bir yüzü, çok sert bakışları vardı. Yürümüyor, adeta bastığı yerleri eziyordu. Evinin kapısının tokmağını çaldı. Karısı kapıyı açmakta gecikince karısına küfürler savurdu. İçeri girdi. Çocuğunun yerlere bir şeyler döktüğünü görünce ona sinirlendi. Zaten bahane arayan bu adam, nihayet karısı bazı şeylerden şikâyet edince onu dövdü ve uyudu.

Harf dökümcüsü, her zaman yapageldiği gibi dolambaçlı sokaklarda hızlıca yürüdü. Yerin altına doğru ilerleyen bir kahvehaneye girdi. Üzerine yöneltilen bakışlardan onun beklendiği anlaşılıyordu. Masaya oturdu. Sandalyede belli olmayacak kadar zayıftı. Göz çukurları çok derindi ve siyah torbalar vardı gözlerinin önünde. Diğerleriyle birlikte masanın etrafında daire oldular. Onlar bu dairenin adına 'aşere' diyorlardı. Ortaya nargile getirildi hemen. Az sonra gözlerindeki buğudan içtikleri şeyin esrar olduğu anlaşıldı. Tam o sırada kapıda büyük bir gürültü koptu. Bir delikanlı içeriye girmeye çalışıyor iki kara adam da onu dışarı itiyorlardı. "Sen önce borçlarını öde... Bana mı soruyorsun, nereden bulacağını, git dilen!" seslerinin ardından büyük bir sessizlik kuşattı, bu içerlek kahveyi. İçerdekilerin rahat tavırlarından içtikleri şeyin yasak olmadığına hükmedilebilirdi. Harf dökümcüsü genç, törenleri bittiğinde tabakasından kalınca bir tütün sardı. Sigaranın o maviye çalan buğusunu içine öyle çekiyordu ki, o çekişten sonra dumanın nasıl olup da tekrar aynı yoldan geri geldiğine inanamazdınız. Zayıf bir bedeni tüketmek istiyordu sanki. Hiçbir şey yemeden gelmişti buraya. Bu adamın zoru neydi kendisiyle?...

Matbaadan çıkanların en yaşlısı olan ve matbaanın kâğıt işlerine bakan adam ise, bir sokak ötede olan evine yollanmıştı. Yolda yürürken önüne bir kedi çıkmış ve ona okkalı bir küfrün yanında bir de tekme sallamıştı. Canı acıyan kedinin feryadına sokaklar dar gelmişti. Açıla kapana eskimiş bir kapının kilidini sertçe açan bu ihtiyar, içeri girip elinde taşıdığı bir somun ekmeği oturup kısa sürede katıklarıyla beraber tüketti. Hiç düzeltilmeyen yatağına uzandı. Anlaşılan o ki bu küçük barakaya yıllardır kendisinden başka kimseler uğramamıştı. Tam uyuyacağı sırada bazı tıkırtılar duydu. Söylenerek hemen kalktı; masanın üzerinde duran kalın saplı bıçağını kavradı. Yatağının altına sarkan perdeyi araladı ve elindeki sopaya benzer bıçağı savurdu. "Şimdi gebereceksin" diye bağırdı. Çok acı bir ciyaklamadan sonra oradakinin zavallı bir fare olduğu anlaşıldı. Fare tam olarak ölmemişti. Elleriyle onu dışarıya çıkardı. Kalın derili kocaman elleri vardı. Ellerinin içinde kaybolup kaybolup görünen bu küçük canlıyı sıkabildiğince sıktı, sıktı. Bıçağın açtığı yaradan çıkan organları görünce gönül rahatlığı ile onu bıraktı. Bu küçük beden, ölmenin yaşamaktan daha kolay olduğunu o ellerin içindeyken tekrar keşfetmişti şüphesiz. Bu adam ne istiyordu bu küçük varlıktan?

Ertesi sabah dört adam, her zaman olduğu gibi bu matbaanın ağır kokusunda buluştular. Sigara dumanı yine en ulaşılmaz köşelere bile varmıştı. Elindeki tek sayfayla ortada dolaşan matbaa ustası, en gençlerini yanına çağırıp "Bunu al ve doğru Hanri Kayol'un Doğruyol'daki matbaasına git. Orada bu metni çözebilecek bir adam çalışıyormuş. Fakat hemen dön, şu lügati basıp kurtulalım, bu illetten"...

İçerde adını sorduğu bir işçi, onu kitap deposunun hemen yanındaki özel bir bölmeye götürdü. Oldukça yaşlı ve de ömründe hiç görmediği kadar uzun boylu bir adam bekliyordu onu. Adam doğruldu, sımsıcak bir sesle "Hayrola evlat! Senin ne işin var, bu karanlık yerde?" dedi. Genç üzerinde anlaşılmaz işaretlerin bulunduğu sayfayı onu uzattı ve ilave etti: "Bu bastığımız lügatin okuyup da kalıba sokamadığımız sayfası. Sizin bunu okuyabileceğinizi söylediler. Sormadığımız kimse kalmadı. Ancak hiçbiri bu kısmı Türkçe'ye aktaramadı. Eski Hint dilinde miymiş mi neymiş! Şu işimizi görüver beyamca."

Yaşlı adam, elindeki metne uzunca bir süre baktı. Bir ters çevirdi bir yan. Sonunda teşhisi koydu: "Evladım bu metnin Sanskritçe olduğu doğrudur; ama ben de pek anlayamadım. Yıllardır bu dilde kitaplar okurum ama ilk defa böyle bir şey görüyorum. Ama bakacağız bakalım bir hâl çaresine." dedi. İhtiyarın söyledikleri genç çocuğu hiç ilgilendirmiyordu. O, getirdiği sayfayı ihtiyarın hemen çözeceğinden ve bu işten de böylelikle kurtulacaklarından başka bir şeye inanmak istemiyordu. "Yahu bu ihtiyara biliyor diye geldik; ama onun bir şeyden anladığı yok" diye geçirdi içinden. Ama gene de sahte bir gülüşü esirgemedi ondan. Çıkmadan önce ihtiyara tekrar ne zaman gelmesi gerektiğini sordu. İhtiyar: "Oğlum sen zahmet etme. Bizzat ben getireceğim bu metni. Çözebilirsem tabi." Genç, uflamalar arasında bu kocaman taşlardan ibaret binanın içinden çıktı. Matbaa ustasından duyacağı küfürleri düşünerek geldiği istikamete yöneldi...

İhtiyar, önünde yabancı dillerde yazılmış birçok kitaplar olduğu hâlde, kalemle bir şeyler karalıyordu. Bir türlü önündeki metnin sırrını çözememişti. İstanbul'a bizzat padişahın davetiyle araştırmalar yapmak üzere gelen bu adam, Sanskritçe üzerine ihtisas yapmıştı. Önündeki metnin bahsedilen dile benzeyen birçok yönü vardı. Harfler kelimeler sanki o dille yazılmıştı ama artık konuşulmayan bir dilin nasıl bu kadar değişebileceğine ihtimal veremiyordu. O günlerde Hint ülkesinden gelen seyyahlarla konuşmuş, bir netice alamamıştı.

Bu bir lügat olduğuna göre, önünde yazılı olan şey, bir kelimeyi tarif etmeliydi. Zaten sayfanın düzeninden bunu anlamak mümkündü. Fakat içinde yazan şeyler neydi acaba? Aslında o, bu metni kendisine getirilen bir iş olarak görmüyordu. Çözüp ne olduğunu anlamak, merakını sona erdirmek de istiyordu. Kelime kelime gidiyor ama gene de bir sonuca varamıyordu. Karşısındaki bir bilmece miydi yoksa bir muamma mıydı? Hatta bazen üzerinde uğraştığı bu metnin kutsal bir şey bile olabileceğini düşündü. Günlerce gecelerce süren çalışmaların sonucu sadece ve sadece daha da karmaşık hâle gelen karalama kağıtlarıydı. Raflardan rasgele çektiği kitaplar okumaya başladı sonraki günlerde. Kendini ve bilmecesini bir tesadüfe terk etti.

Birgün dillerle ilgili bir kitap okurken kafasında bir şimşek çaktı. Kalbinin atışları bile hızlanmıştı. Büyük keşifler yapmış denizciler gibi bakıyordu, önündeki sayfanın ufuklarına. Sevinci, bir kelimeyi tanır gibi olmasından geliyordu. Bu kelime metinde en çok geçen kelimeydi. Nihayet varsayımlarla o kelimeye değerler vermeye başladı. Bütün ihtimalleri düşündü. Sonunda can verenlere mahsus geniş ve uzun bir soluk attı. Yüzündeki sevinç, oyuna çağrılan çocuklarınkine benziyordu. Bulduğu kelime Sanskritçede ateş anlamına gelen "agni"ydi. Çok uzun sürecekti bu çözülüş. Çünkü bütün kelimelerin aynı yolla anlaşılması gerekiyordu.

Günlerdir girmediği odasına girmiş, Sanskritçe bir sözlükle birlikte bazı notlar almaya başlamıştı. Tam üç gün boyunca kalemi kağıttan hiç ayrılmadı. Sonunda metnin esrârı çözülmüştü. Bütün kelimelerin bulundukları zamandan yaklaşık yüz kırk yıl sonra alacakları hâlleri düşünmekte gizliydi her şey. Kelimeleri tek tek, o zamana taşıdı. Ama çözdüm dediği anda tüylerini diken diken eden bir gerçek ortaya çıkmıştı. Avrupaî takvime göre İ. S. 2000'li yılların başında yazılan bir metin nasıl olup da karşılarına çıkıyordu? Hem hiç konuşulmayan bir dil nasıl oluyor da değişmeye devam ediyordu? Bunun gelecekten bir ses olduğuna inanmak ne kadar mantığa sığardı ama öyleydi işte. Önündeki yazıdan korktu. Ama çözmeliydi artık. Bu işkence bitmeliydi...

Günlerce uğraştan sonra, elinde orijinal metin ve tercüme ettiği kağıtlarla birlikte matbaanın kapısındaydı. Titrek ve gizemli bir ses tonuyla: "Lügatinizi basabilirsiniz." dedi ve elindeki kağıdı masaya koyup, kaçarcasına matbaadan uzaklaştı. Kalıpçı çocuk, isteksiz isteksiz yerinden kalktı. Masanın başına geldi. Hepsi artık bu kağıtta ne yazdığını öğrenmek istiyordu. Bu dört adam meraklı gözlerle kağıda eğildiler. Önlerindeki bölüm, lügatin "Merhamet" maddesiydi. Ancak bu maddenin bir tarifi yoktu, önlerindeki sayfada. Sadece o kelimenin geçtiği bir metin yer alıyordu. En genç olanları, bu meraklı bekleyişi bitirmek için okumaya başladı:

"bir zamanlar... bilinmez nasıl zamanlardı/temrenlerle, kurşunlar öper gibi değerdi kuşların kalbine/onları çeken parmaklarda bir titreme vardı/kuşlar da bilirdi vurulmak zorunda olduklarını/kanları sıcacık akıverirdi bembeyaz karlar üstüne/ne zaman vurmuş olmaktan zevk almaya başladı tetiği çekenler/o zaman kuşların kalbi kanayamadı bile/bir tomar gibi düştüler yere/çiçekler bile ne çok acı verirdi ürkeklikten uzak parmaklarda/acılar bile en olgun hâlleriyle yaşanırdı o zamanlar.../sonra gösterilen gözyaşlarıyla sürüp gitti her şey/nihayet gözyaşları sadece su oldu/çekildi içinde sudan gayrı ne varsa...

ne zaman beden görmeye başladı gözler/bedenlerle yoğruldu sevgiler, şehvetle baktı gözler/tüketildi bedenler, en acısı da sevgiler/elmas gibi sert dudaklar acıttı, hatta yaktı bedenleri/eski yaraları yeniden kanamaya başladı sevilenlerin/başka bedenleri hoyratça tüketenden kendine merhamet beklenir mi hiç?.../sulara da karıştı bilmediğimiz şeyler/akanların kirlenmediğine inanmıştık oysa biz/insanları günahlarından arındırmıyor artık ırmaklar da/aynalar bile kocaman yalanlar söylüyor/böyleyken yıkılacaktı elbet, fildişi kuleleri pencerelerdeki kızların...

babalar çocuklarını kocaman sevmiyorlar artık/onlar için ekmek taşımıyorlar koltuklarının altlarında/'deniz nasıl örterse sen de sevdiğini öyle ört' diyen bilgeler yok şimdi/'ya da siz ne yaparsanız o olursunuz' diyenler de…/korunaklı evler yok şimdi bizlere ve bedenlerimize/şüphe şaşkınlık ve karanlık ne çok şey söylüyordu oysa bize/kendimizi tanımıyoruz bizler bile/uyuyan çocuğuna değemeyen ne çok anne var/aynı duvarlarla çevrilen evlerde yabancılar yaşıyor şimdi...

adı konulamayan hayallerimiz, yoramadığımız rüyalarımız vardı/ bütün sığmazdı elbet parçaya/bunu bilirdik de/kendimizi aramak için uzaklaşırdık kendimizden/bir alacakaranlıkta anlayamadık eksik olanın ne olduğunu/ kendine kurulan en acımasız tuzaklar var artık.../ateşe değen ellerimiz değil, ateşler korkuyor/bizler nasıl öğreticileriz ki korkuyu da bildirdik ateşlere/çaldığını saklamanın zorluğun sadece hırsızlar bilmiyor ne yazık!/sırları bilinir kılan şairlerimiz de yok/kelimeler mi kirlendi?/yoksa bu zulümlerden canı mı yandı kelimelerin?.../açıkça söylendi bu sözler, söyleyene de kalacak elbet/biten bitsin giden gitsin artık/ne de olsa şairler de bunu haykırmıyor büyük törenlerde..."

Dört adam, bir kapıdan çıkıp dört ayrı yönde yürüdüler...

Mustafa Kurt