Back to Main Page
Back to Main PageSon SayıÖnceki SayılarEditörlerİletişim



Editörden

Gezgin Fotoğrafçılar

Amerika'yı Keşfederken

Uzaklardan

Müziğin Resmi

Ben bir Fotoğrafçıyım

Kaktüs

"B & W In COLORS"

Ahmet Kayacık'ı Kaybettik.

Yol Notları

"Öykü"-Eksikliği Duyulan Şeyler

Yüzler

Cadı Kazanı

Gap Projesi

En Eski Fotoğraf Derneği

Siirtli Süpermen

Solan Renkler

Bir Ayrılış Öyküsü

Eğitim

FOTOGEN, FSK

Fotoğraf Dünyasından Haberler

Pano

Okudunuz mu?

Ciddiyet

Bit Pazarı

"Bir Ülke Bir Fotoğrafçı"

Yeni Umutlar
Mehmed Nusreddin Özbay, Lale Öztürk, Ferhunde Çayır


Sergi Salonu, İlkay Muratoğlu, Tekin Ertuğ

Suyunu Çıkaranlar

"Portfolyolar"

Coşkun Aral

Adnan Ataç

Selim Seval

Fethi Sabunsoy

Tanju Akleman

 



Sayı 2


GEZGİN FOTOĞRAFÇILAR
"GUILLAUME BERGGREN"

Engin Özendes (ESFIAP)
www.enginozendes.com


Zaman, dünyanın henüz fotoğrafı bilmediği, ondokuzuncu yüzyılın ortalarına doğru bir akış içindeydi. Ve o dönemde, görüntü kaydetmek ressamların işiydi. Bu ressamların bir kısmı vardı ki, kendilerine ısmarlanana göre gidip, şehirleri, evleri, doğayı resmettiklerinden "gezgin ressam" adını almışlardı...

1835 yılının, 20 Mart'ında, bu gezgin ressamlardan Peter Gustaf Berggren, Stockholm'deki bir doğumevinde hemşireden, "bir oğlunuz oldu" müjdesini aldı. Peter büyük bir sevinçle; "Wilhelm, adı Wilhelm olacak" dedi.

Guilaume Berggren,
Öz Portre
FOTOGRAFISKA MUSEET, STOCKHOLM


Küçük bebek, ileride kaderinin Osmanlı başkentine kadar uzanacağını bilmeden, yaşama uyum sağlamaya çalışıyordu. Uslu bir çocuk olan Wilhelm'in tek kusuru, ağabeyi Carl ve ablası Hilde Charlotta'ya, sürekli kendi yaşadıkları dünyanın dışında başka nereler olduğunu sorarak, oralara gitmekten söz etmesiydi.

1850'de evini terkedip, usta bir marangozun yanında çırak olarak çalışmaya başladı. Biriktirdiği paraları yeterli görünce de, 4 Ağustos 1855'de Avrupa'yı dolaşmaya karar vererek, bir gemi ile Stockholm'den ayrıldı. Berlin'de marangozluk konusundaki bilgisi, dönemin ahşap kutulu fotoğraf makinalarının yapıldığı bir atölyede çalışmasına neden oldu. Daha sonra da bir kadın fotoğrafçının yanında ahşap gövdeli fotoğraf makinalarını tamir işini yürütürken, bir yandan da fotoğrafçılık bilgisini geliştirdi. Günün fotoğraf teknikleri olan, Daguerreotype ve Ambrotype öğrendi. Wet Collodion tekniği ile ilgili kimya bilgilerini de geliştirerek, cam negatiflerin üzerine sürülen ilaçları hazırlamaya başladı...

İyice bilgi sahibi olduğu fotoğraf konusunda, orada burada çalışarak, biriktirdiği her kuruşu küçük tahta kutuya istiflerken, kendini sonsuz okyanusların ortasında bir gemide hayal eder dururdu. Avrupa'nın tüm kentlerinin caddeleri, insanları birbirine benziyordu. Hani çocukluğunda sormaktan etrafı bıktırdığı başka dünyalar, başka yaşamlar neredeydi!..

Nihayet Rusya'nın Karadeniz kıyısındaki Odesa kentine ulaştı. 1866'da, parasının büyük bir kısmını yatırarak dünya seyahati biletini aldı ve kendisini, Karadeniz'i ve Marmara'yı geçtikten sonra, Akdeniz'e açılarak, oradan Cebelitarık kanalı ile Okyanus'a ve ulaşılmazmış gibi görünen Amerika kıtasına götürecek gemiye bindi. Wilhelm'in mırıldandığı, İsveç dağlarından kopup gelen şarkısına, martıların çığlıkları katıldı. Gemi, nehir gibi akan bir denize doğru süzülmeye başladı...

Ve ansızın uzakta, şimdiye kadar gördüğü yerlere benzemeyen, ince minarelerin süslediği, zarif siluetli bir kent belirdi. Akşam güneşinin kızıla boyadığı gökyüzünün önünde, Ayasofya, Sultanahmet, Topkapı sarayı tüm haşmeti ile uzanmaktaydı. Güvertede; "Işte Constantinople" diye fısıltılar işitti. "Evet" diye geçirdi içinden "burası benim kentim olacak"...

Kağıthane,
G. BERGGREN
26 * 21 cm. 1890

Ulu Cami, Bursa,
G. BERGGREN

Gemi, iri gövdesini arkasından zorla çeken burnunu limana döndürdü. Boğaz geçişi için gerekli, gümrük evraklarının eksikliği nedeniyle, limanda bir gün kalacaklardı. Tüm bu aksilikler, sanki onun için yazılmış bir yaşam öyküsüydü.

Bir fırsatını bularak kenti dolaşmaya çıktı. Güneş iyice yatmış, gökyüzü ile birlikte, Üsküdar evlerinin camlarını da kızıla boyamıştı. Yavaşça yürüdü Galata köprüsüne doğru. Oradan Péra'ya (Beyoğlu) uzandı. Yağ kandillerinin aydınlattığı Büyük Péra caddesinde (İstiklal Caddesi), çeşitli ülkelerin bayraklarını taşıyan dükkanların kepenkleri, gök gürlemesine benzeyen seslerle kapatılıyordu. Dükkan sahipleri, başlarındaki aziziye feslerini şöyle bir düzelttikten sonra, sağ ellerini göğüslerinin üzerine götürürken, ince bir baş eğişiyle selam verdiler birbirlerine. Wilhelm, Mekteb-i Sultani'nin (Galatasaray Lisesi) önünden izledi onları. Gülümsedi. Kararını vermişti...

İki yağız delikanlının taşıdığı sedan sandalyesine (tahtırevan) oturdu, limana doğru ilerlemeye başladılar. Doğu'nun bu gizemli kentine yerleşmeye karar verdiğini, bir solukta anlattı, kendisini anlamak için gözlerini iri iri açmış bakan gemi kaptanına. Ertesi günün ilk ışıklarıyla birlikte adımını attı yaşamının sonuna kadar kalacağı kente. Birkaç gün sonra, deniz yollarında bir iş buldu. Péra'nın ileri gelen Hristiyanlarının yaptığı gibi, moda olan bir Fransız ismi aldı. Artık o Guillaume Berggren olmuştu. Deniz yollarındaki işinde 1870'lere kadar çalıştı...

Oteller ve elçilikler, Péra'nın geçirdiği büyük yangından sonra, eskisinden daha şık düzenlenen binalarına hemen yerleşmişlerdi. Guillaume da, Derviş sokağının (bugunkü adı Piremeci) başında, 414 nolu binanın ikinci katında bir fotoğraf stüdyosu açtı...

1881 yılında L'Indicateur Ottoman Annuaire-Almanach du Commerce'de yayınlanan G. Berggren ilanı

Portre,
G. BERGGREN
20.4 x 26.2 cm. Yaklaşık 1880

Amelie Manapoulo adlı bir Rum kızı ile evlendi. Bir oğlan, iki kız üç çocukları oldu. Kentin bu yakasında, mavi gözlü, sarışın adamı kimse yadırgamıyordu. Berggren de onlardan biriydi artık...

1883 yılında hastalanan Berggren, tedavi görmek için memleketi Isveç'e gitmeye karar verdi. Orient Ekspres'in şık kompartmanlarından birinde yolculuk yaparken, hemen iyileşip geri dönmeye defalarca yemin etti. Stockholm'e ulaştığında gözlerine inanamadı, kent ne kadar da değişmişti. Ablası Charlotta'nın İsveç'in bahar sabahları kadar güzel kızı, yedi yaşında annesini kaybettikten sonra, hizmetçilik yapmaya başlamıştı.

Guillaume, ancak bir ay kadar, bu artık yabancısı olduğu kente katlanabildi. Geri dönmeliydi, hemen. İstanbul onu çağırıyordu. Hilda'ya da kendisiyle birlikte gelmesini teklif etti. Stockholm'den trene binişlerinden, Constantinople'a varışlarına kadar " Berggren Dayı" ona, Boğazın kıyılarında kurulu kenti anlattı...

Hilda, Guillaume ile birlikte fotoğraf stüdyosunda çalışmaya başladı. Kentin yakışıklı gençleri, "Sarışın Melek" adını taktıkları, güzelliği dillere destan bu yabancıyı konuşuyordu. Onu görmek için, çoğu zaman fotoğraf çektirmeyi bahane ederek, stüdyoya uğruyorlardı. Hilda, Yüksek tabakadan beyefendilerden pek çok evlenme teklifi aldı ama onun hayatında yalnızca bir adam vardı; dayısı Guillaume...

Osmanlının, batıya dönük bir anlayışla yenilikler yaptığı bu dönemde, Abdullah Biraderler, Kargopoulo, Sébah&Joaillier, Andreomenos gibi kentin ünlü fotoğrafçıları vardı. Guillaume da, Boğaziçi'nin, kıyıların, sokakların, çeşitli sınıflardan tiplerin, manzaraların fotoğrafçısı oldu. Bağdat demiryolunun yapımı sırasında, Goltz Paşa ile birlikte Anadolu'ya yaptığı gezilerde, demiryolu üzerindeki pekçok kentin fotoğraflarını çekti. Harabeler, anıtsal Islam yapıları ile bu kentlerden hazırladığı fotoğraf albümleri, turistler tarafından büyük ilgi gördü.

1885'de İstanbul'u ziyarete gelen İsveç-Norveç Kralı II. Oscar ve ailesinin elçilik binası terasında fotoğraflarını çekti. Bu fotoğraflardan oluşan bir albümü sunduğunda, kral tarafından kendisine bir nişan verildi...

Altın yıllarını yaşayan stüdyo, yirminci yüzyılın başlarında, İmparatorluğun savaşlar nedeniyle girdiği ekonomik kriz sonucunda, diğer stüdyolar gibi zor duruma düştü. İstanbul'da turist azaldı. Dünya kendi derdine düştü. Giderek türlü sorunlarla uğraşan halk, fotoğrafla ilgilenmedi. Yoksul kalan ve iş yapamayan Berggren, tüm fotoğraflarının cam negatiflerini satışa çıkardı. Alman Elçiliği'nin satın aldığı bu negatiflere ödenen parayla da bir dönem geçindiler. Daha sonra, Hilda, İsveç-Norveç elçiliğinde sekreterlik yaparak, artık iyice yaşlanan dayısı Berggren'e ve ailesine baktı...

1920 yılı Eylül başlangıcıydı. Péra'nın sokaklarına, sararan ağaç yaprakları düşerken, Guillaume Berggren 85 yaşında öldü. Bu, yaşamının en güzel yıllarını geçirdiği ve aşık olduğu kentte gömülmek istemişti. Hilda, içinden gelen sese uyarak, Guillaume'un tabutuna, onun tüm fotoğraf gereçlerini, elde kalan birkaç İstanbul negatifini, aldığı madalyaları koydu. İstanbul Feriköy'deki Protestan mezarlığında bulunan, İsveçlilere ait bölümdeki mezarına onunla birlikte gömdü...

Hilda Ullin, İstanbul'a geldiğinde Henüz 22 yaşında bir genç kızdı. 1923 yılında aynı yoldan geri dönerken ise, destansı bir yaşam sürmüş, 62 yaşında olgun bir kadın. 1953 yılında, Stockholm yakınında yaşlılar evinde öldüğünde, odasına giren dostları, son yıllarını geçirdiği odanın duvarlarını kaplayan kahve tepsilerine, küçük kilim parçalarına, hiç bilmedikleri bir doğu şehrinin fotoğraflarına boş gözlerle baktılar...

Engin Özendes