CADI KAZANI
Özlem Bağcı
Fotoğrafa gönül verdiğim
günden beri fotoğraf adına yapılan etkinliklere elimden
geldikçe katkıda bulunmaya çalıştım. Bu amaçla Fotografya'da
Cadı Kazanı'nı hazırlamaya başlıyorum. Cadı Kazanı'nda
fotoğraf insanlarıyla yapılan söyleşiler yer alacak.
Fotoğrafa ömürlerini adamış veya yeni başlamış, fotoğrafı
meslek edinmiş veya amatör uğraş olarak görmüş bir
çok fotoğraf insanını bu sayfalarda portfolyoları
eşliğinde tanıma imkanı bulacağız. Cadı Kazanı'nda
bazı sayılarda fotoğraf öyküleri, denemeler de yer
alacak.
Bu ilk yazımda Adnan Ataç'ı Cadı Kazanı'na atıyorum...
ADNAN ATAÇ İLE BİRLİKTE
Yoğun bir haftanın sonuna
doğru Adnan Ataç'ın odasındayım. Bu odanın en sevdiğim
yanı dolapların, rafların, çekmecelerin hıncahınç
dolu olması. İlgimi çeken o kadar çok şeyle karşılaşıyorum
ki rafları tararken: Kitaplar, heykelcikler, mumlar,
taşlar, fotoğraflar...Ben oturduğum yerde gözlerimle
odayı gezerken Adnan Bey masasını toplamaya çalışıyordu.
Ben raflarda girdiğim hayal dünyamdan gerçek dünyaya
dönünce söyleşimize başladık.
Adnan Ataç, 1954 İskenderun
doğumlu. Çocukluğu babasının memuriyeti dolayısıyla
Anadolu'nun farklı yerlerinde geçmiş. Liseyi İstanbul'da
Kuleli Askeri Lisesi'nde okumuş. 1975'te İstanbul
Üniversitesi Eczacılık Fakültesi'nden mezun olduktan
sonra Diyarbakır ve Ankara'da görev yapmış. 1980-1983
arası Gülhane'de Farmakoloji İhtisası yapmış. Farmakolojinin
anlamını soruyorum hemen. Farmakoloji; ilaç bilimi
anlamına geliyormuş. İhtisastan sonra Ordu İlaç Fabrikası'nda
servis şefliği yapmış.
Doğa
|
|
|
Özgürlük mü?
|
Fabrikada ilaç üretimi
görevinden sonra bilimsel çalışma yine ağırlığını
gösteriyor Ataç'ın hayatında. Adnan Bey Tıp Tarihi
ve Deontoloji doktorası yapıyor.(Bu arada deontoloji
meslek ahlakı, görev bilimi anlamlarına geliyormuş.)
1997'de doçent olan Adnan Bey, Tıp Tarihi ve Deontoloji
Ana Bilim Dalı Başkanı olarak görevine devam ediyor.
Fotoğrafa ilk nasıl
başladığını soruyorum. Küçüklüğünden beri resimle
ilgilendiğini söylüyor. Görsel sanatları tercih etme
sebebini "Belki daha başarılı olduğum için veya belki
daha farklı bakabildiğimi fark ettiğim için görsel
sanatları tercih ediyorum." olarak açıklıyor. Ortaokuldayken
de lisedeyken de resim yaparmış. Üniversitede resme
olan ilgisi devam etmiş ve de fotoğrafla ilk olarak
üniversite yıllarında tanışmış. Ataç'ı en çok etkileyen,
gördüğü güzel şeyleri kalıcı hale getirebilmekmiş.
Basit ifadeyle ölümsüzlük denen duygunun tatmin edilmesi
olarak görmüş fotoğrafı.
Fotoğrafla ilk tanıştığı
yıllarda fotoğrafı anlatan birileri olmamış Ataç'ın
hayatında. "Genel olarak düşündüğümde hayatımda hep
benim fotoğraf hakkında birşeyler söylediğim insanlar
oldu. Fikirlerini aldığım, sorduğum, yeni birşeyler
öğrendiğim insanlar elbette oldu. Başlarda kimse yoktu,
ama hep kitaplar vardı." diyor. Fotoğrafa ilk başladığı
İstanbul'da film banyosu ve baskısı yapabileceği yerler
bulmuş. Buradaki insanlar karanlık oda aşamasında
yardımcı olmuşlar Adnan Bey'e.
Adnan Bey'in o günlerden
(1974) hatırladığı bir topal fotoğrafçı var. Bu adam
bizim şipşakçı olarak tanımladığımız fotoğrafçılardanmış.
Düğünlerde, gazinolarda bastonuna dayanarak zorlukla
fotoğraf çeker, çektiği filmleri hemen yıkar, basar
ve satarmış. Ataç, "o adamın fotoğraf çekerek verdiği
hayat mücadelesi, benim bu adama ve özellikle de yaptığı
işe olan saygımı çok artırdı" diyor.
Adnan Bey fakülte yıllarında
arkadaşlarının, tanımadığı insanların, kedilerin,
kuşların ve denizin fotoğraflarını çekmeye başlamış,
yaşamdan anılar diye bahsediyor bu fotoğraflardan.
İlk çektiği filmde bulunan bir fotoğraf karesini anımsıyor.
Kumkapı'da sahil boyunca derme çatma çay bahçeleri
varmış. "Biz oralarda ders çalışırdık" diyor. (Ben
de Kuğulu Park'ta ders çalışmayı çok severim? Hey
gidi öğrencilik...) Tekir cinsi bir kedi hep gelir
masada kitaplarının üstünde otururmuş. Adnan Bey'in
çektiği ilk karelerden biri kitapların üstünde oturan
bu tekirmiş. (İzin almıştır umarım fotoğrafını çekmek
için.) Şimdi İstanbul'da bu çay bahçelerinin yerinde
yeller esiyor. Acaba ileride Kuğulu Park'ı da mı nostalji
olarak anacağım diye geçiriyorum içimden.
Ataç'ı yine çok etkileyen
kullandığı ilk fotoğraf makinasının küçüklüğüymüş.
"Minolta'nın 16 mm bir makinasıydı ve avuç içi kadardı.
Bu küçüklük, bu doğallıktı belki en çok hoşuma giden."
diyor. Bu küçücük makinayla insanların yaşamlarına
müdahale etmeden doğal hallerini yakalarım diye düşünüyormuş.
Ama bu düşünceyle çektiği anlık fotoğrafların, onun
düşünce tarzına uymadığını fark etmiş. Yaptığımız
iş en iyisi olsun, hesaplansın, mutlaka bir anlamı
olsun, çerçevelenmesi tam olsun kaygıları taşıyan
Ataç'ı çektiği anlık fotoğraflar tatmin etmemeye başlayınca
arayışlar da başlamış. Daha iyi makinalar, daha iyi
görüntüler, daha iyisi diye diye ilerlemeye devam
etmiş.
Fakülteden mezun olduktan
sonra sınırlı maddi olanaklarla Sirkeci'den bir Minolta
fotoğraf makinası seti almış. Adnan Bey'in gezilerde
gördüğümüz meşhur fotoğraf çantası Sirkeci'den aldığı
o orjinal çantaymış. (Çanta içine bir çok malzemeyi
alabildiği gibi sert yapısı sayesinde bir insana üzerinde
oturabilme imkanı da sağlıyor.)
1975 yılında Ankara'da
GATA'da stajyerlik döneminde Adnan Bey Refo ile tanışıyor.
"Renkli fotoğrafın Türkiye'de sevilmesinde ve yaygınlaşmasında
Refo'nun çok ciddi katkıları olmuştur. Renkli fotoğraf
ile tanışmam, renkli fotoğrafı sevmem Refo sayesindedir."
diyor. Fotoğraf üzerine ilk ciddi eleştirilerini Refo'nun
kurucuları olan Halim ve Selim Kulaksız ile Fırat
Color'un sahibi Sıtkı Fırat'tan almış. Ataç fotoğrafla
uğraşmaya başladığı ilk zamanlarda fotoğraflarını
arkadaşlarına gösterirmiş. Genelde olumlu tepkiler
geliyordu diyor. Herkesin tepkisini dikkatle dinlediğini
ama en çok fotoğraf ustalarının ve ressam dostlarının
eleştirilerinden yararlandığını ve her gördüğü fotoğraf
kitabını karıştırmasının önemli katkılarını vurguluyor.
Hemen yanı başındaki
kahverengi bond tarzı çantasını gösterip devam ediyor
Adnan Bey; "Öğrenciliğimden beri böyle bir çanta yanımdan
hiç eksik olmadı. Kitaplarımın ve notlarımın yanında
fotoğraf makinam ve fotoğraflarım da bu çantanın içinde
hep yer aldı. Fotoğraflarımın yenileri çekildikçe
çantamdaki fotoğraflar eskileriyle yer değiştirdi.
Bu fotoğraflar beni motive eden şeylerdi. Ben de onlara
her seferinde yeni bir şey, farklı bir şey eklemenin
peşinde olmaya çalıştım."
Fotoğraflarını arkadaşlarla
paylaşmanın ötesine geçip tanımadığın insanlara ulaşmayı
ve bir sergi açmayı ne zaman düşündün diye soruyorum,
sanatsal anlamda diye ekliyorum. Adnan Bey burada
müdahale ediyor: "Sanat, sanatsal olarak kabul edildiği
yerde vardır. Sanat, mutlak anlamda hiçbir zaman vardır
veya yoktur değildir. Kim bir şeye sanat eseri olarak
bakıyorsa o, sanat eseridir o kişi için. Veya değildir
onu kabul etmeyenler için. Çalışmalarımın sanatsal
olarak algılanması veya algılanmaması çok önemli değil.
Beğenenler de oldu, beğenmeyenler de...Benim için
hepsi de bir bilgi kaynağı olması açısından önem taşır.
Dolayısıyla onlardan çok şey öğrendim." Adnan Ataç'ın
en hoşlandığım özelliklerinden biri, onun her konuda
karşısındaki ile karşılıklı konuşmaya çalışmasıdır.
Onunla birlikteyken sesli düşündüğümü hissetmişimdir.
Fikirlerimi söylerim ve iki taraf olarak birbirimizden
birşeyler alıp verdiğimizi görmüşümdür.
Fotoğraflarının ne zaman
ve nasıl bir sergiye veya gösteriye taşındığını soruyorum.
(Biraz önce de sanatsal bağlamda paylaşımdan kastettiğim
sergi ve slayt gösterisiydi.) Ataç fotoğraflarını
hemen sergilemediğini net bir şekilde ifade ediyor.
O güne dek binlerce fotoğrafı olmasına rağmen kolay
beğenmemesi ve hep en iyisi olsun arayışı nedeniyle,
sergi açma düşüncesini hep ertelemiş. 1986'da Hacettepe
Üniversitesi M Sergi Salonu'nda ilk sergisi açılmış.
Bu sergide Ataç'ın soft çalışmaları yer almış. Adnan
Bey, David Hemilton'un albümündeki soft çalışmaları
görünce, bu benim tarzıma ne kadar uyuyor diye düşünmüş.
Hatta ne kadar benim tarzıma benzer fotoğraf yapan
bir fotoğrafçı demiş ve bulduğu bütün kitaplarını
satın almış David Hemilton'un. İkimizin yüzüne de
tebessüm yayılıyor. Adnan Bey sırf soft çalışmalar
için Minolta'nın özel soft objektifini de almış. "Yumuşak
ışıkla çalışılan portrelerde soft objektifin tadı
başkadır. Soft filtreleri hiç sevmedim." İlk sergi
soft ışık ağırlıklı çalışmalardan oluşmuş. Konusu
da doğal yaşamda insanmış. Bu sergide aynı zamanda
ilk nü çalışmaları da yer almış.
1980'li yıllarda ve
sonrasında uzun süre nü çalışmaları yapmış Ataç. Nü
için fotoğrafın en zor çalışma alanlarından birisidir
diye bahsediyor. "Nü ile insanlara önemli mesajlar
verilebilir. Ancak yanlış anlamalara ve duygusal tepkilere
açık bir konu. Bunu nasıl başarmalı diye uzun uzun
düşündüğüm oldu. Nü denince akla cinsellik geliyor.
Bu düşüncenin değiştirilmesi gerekiyordu. Bunu değiştirmek
mümkün mü diye bir sorunun cevabı nasıl olabilirdi?"
"İnsana bütün doğallığı ve güzelliği ile insanca bakmak
çok daha değerli ve anlamlıyken, toplumdaki genel
yaklaşım neden bunu tersidir? Nü ile insanca mesajlar
vermek, alışılagelmiş bu yaklaşımlara belki bir tepkiydi.
Çıplak bir insana bile başka bir şey düşünmeden sadece
insan olarak bakabilmek mümkün değil mi?" Bunu kanıtlamanın
yolu da düşündüğüne uygun sanatsal nü çalışmalarını
yapıp ortaya koymaktan geçmiş Adnan Bey için.
İlk sergisi için bayan
modellerle, ardından erkek modellerle de çalışmış.
Eleştiriler de hemen gelmiş tabii... Ataç yaptıkları
ile alışılagelmiş düşünceleri aştığını düşünüyor.
Nü fotoğrafları ile yurt içinden ve dışından aldığı
birçok önemli ödül de bunun kanıtı olsa gerek. (Polonya'dan
altın ve bronz, Japonya'dan gümüş madalyalar, yurt
içinden de farklı ödüller...)
Adnan Bey'e fotoğraf
dernekleri ile olan ilişkisini soruyorum. Bilimsel
çalışmaları hayatının büyük kısmını kapsadığı için,
Ataç'ın dernek çalışmalarına katılacak zamanı pek
olmamış. Bu, dernek çalışmalarına karşı olduğu anlamına
gelmiyor. AFSAD'da ve FSK'da yer alan çalışmalarda
kendisinden istenen herhangi bir görev olduğunda elinden
gelen desteği vermeye çalışmış. Dernekleri en önemli
sivil toplum örgütleri, derneklerde görev almayı da
çağdaş ve sosyal insan olmanın gereği olarak görüyor.
Adnan Bey için çalışma gruplarının ayrı bir önemi
var. Diyarbakır'da görev yaparken bulunduğu ortamda
fotoğraf çalışma gruplarını ilk kez o kurmuş (1977).
Hatta ilk fotoğraf ödüllerini Diyarbakır'da yaptığı
siyah beyaz baskılardan aldığını öğrendim. Şimdiye
kadar FSK ve GATA'da öğrencilerin ve ilgilenen herkesin
katılabildiği fotoğraf kursları düzenlemiş. FSK bünyesinde
geçen yıl Adnan Bey'in önderliğinde düzenlenen fotoğraf
felsefesi grubunda ben de yer almıştım. Başlarda eleştirilerle
karşılaşmıştık. Ataç büyük bir doğallıkla karşılıyordu
eleştirileri. Eleştirilerin çok doğal, yapıcı ve güzel
olduğunu söylüyor. Hatta anladığım kadarıyla eleştiri
gelmeyince daha çok rahatsız olacak bir yapıya sahip.
Nitekim kursun sonunda, kursun umduğumdan çok daha
yararlı olduğunu gördüm.
Şu anki fotoğraf çalışmalarına
bakınca Adnan Bey'in teknolojiyle yakından ilgilendiği
anlaşılıyor. Prensip olarak teknolojiyi yakın takipten
yana, ama her teknolojiyi değil diye ilave ediyor.
"İnsanın kendisini ifade etmek istediği yol, her ne
şekilde en iyi olacaksa onun kullanılmasından yanayım."
diyor. Fotoğraflarında bilgisayardan da yararlanıyor.
Ben biraz da bunu irdelemek istiyorum.
Fotoğrafa bilgisayarla
müdahalenin çok yaygın olarak yapılmadığında hemfikirdik.
Ben bizim bu konuda geri olduğumuzu savunurken o ise
dünya çapında da ortalama düzeyin bu olduğunu savunuyordu.
"Geçen yaz Amerika'da vitrinlerde teknoloji ürünü
eserler aradım. Türkiye'de bulduklarımı orada bulamadım.
İnsanların yaşamlarında ileri teknolojiden ziyade
düzen vardı. Orada bizden farklı olarak kim olursa
olsun insana mutlak saygı gösterilmesinin getirdiği
farklılığı yaşadım sadece" dedi. Bunlara ben de katılıyordum.
Etrafımızda teknolojinin sunduğu bütün yenilikler
vardı. Ama örneğin fotoğrafta bilgisayar kullanan
çok az insan vardı. Adnan Ataç da fotoğraflarında
bilgisayar teknolojisini başarıyla kullanan nadir
örneklerdendi. (Fotoğraf kalitesinde baskı yapan Ankara'daki
ikinci printerı dört yıl önce almış). Bunun nedenlerini
anlamaya çalışıyordum.
Ataç'ın amacı,
düşünen, sorgulayan, hep bir mesaj veren insan olmaya
çalışmak. Fotoğraflarında da hep bir şey anlatmaya
çalışmış. Çoğunlukla bunun meslek ve sosyal yaşamında
yararlarını ve olumlu sonuçlarını görmüş, bazen de
anlaşılamamış. Ama sonuç ne olursa olsun kazanan hep
ben oldum diyor.
"Her yapılanın, olanaklar
ölçüsünde en iyisinin yapılmasından yanayım. Çünkü
en iyi, bizim bilgilerimiz ve olanaklarımızla sınırlıdır.
Dolayısıyla daha iyiye gitmenin yolu bilgi ve olanakların
artırılmasından geçer. Bilgiden kastım bilimsel bilgi,
olanaktan kastım da maddi ve manevi olarak sahip olduğumuz
güçlerdir. Bunlara bir de üçüncü faktör olarak hiç
ihmal edilemeyecek olan hayal gücü eklenebilir." Ataç
hayal gücünü bilimin de sanatın da kaynağı olarak
görüyor.
Benim burada aklım bilim
ve sanatın birlikteliğine takılınca, Adnan Bey bilim
ve sanatın birlikteliğini yaşayan birisi olarak, ikisini
de yeni bir şey üretme çabasının iki ayrı yolu olarak
tanımlıyor. "Birinde bilgiye ulaşma hedeftir, diğerinde
kendini ifade etmenin yollarını bulmak hedeftir."
Ataç, bilimsel bilgiye ulaşmaya çalışan bir bilim
adamının yaşadığı süreç ile, bir sanatçının yaratıcılığı
sırasında yaşadığı sürecin örtüştüğünü anlatıyor.
Bu süreç, araştırma, alt bilgilerin edinilme, belli
teknolojilerin kullanılma, hayal gücünün varlığı sonucu
bir yere ulaşılma ve ulaşılan noktanın insanların
yararına sunulma aşamalarını içeriyor. "Seçtiğimiz
yollarda yine çıkış noktamıza dönüyoruz: Ben insansam,
insanlık adına üstüme düşeni yapmalıyım." diyor Adnan
Bey. Adnan Bey'in cümlelerinde insanların yararına
birşeyler yapma kaygısı öyle net beliriyor ki bunun,
onun hem bilim adamı hem de sanatçı yanının sentezi
olduğunu düşünüyorum.
Adnan Bey'in bildiğim
bir yönü de basılı eserlere çok önem vermesi. "Tarih
ile uğraştığım için açıkça söylemem gerekirse, geriye
eser bırakmamış herkes ne yazık ki yok olmaya mahkumdur.
Bir eser bırakan, eseri yaşadıkça var olacaktır. Üstelik
başkalarının anlattıklarıyla değil, kendi yaptıkları
ile var olacaktır. Ama bir kişi geriye bıraktığı eserleri
ile anılırken fikirleri ve düşünceleri üzerine yapılacak
yorumlara da açık olmalıdır." diyor Adnan Bey. Kendisinin
tarih çalışmaları üzerine 2 kitabı yayınlanmış. Üçüncü
ve dördüncü kitapları da baskıya hazırlık aşamasındaymış.
Fotoğraf ile ilgili ileriye dönük hedefi de kişisel
ve seri albümler yapmakmış Adnan Bey'in. "Yaptığımız
çalışmaların bir albümde toplanmasının hepimiz için
çok önemli olduğunu hep söylüyorum, söyleyeceğim."
diyen Ataç'ın, geçen yıl çıkan FSK Fotoğraf Albümü'nün
hazırlanması ve bastırılmasındaki çabaları en önemli
örneği oluşturuyor. Ne diyelim Adnan Bey'in kişisel
albümlerini de bir an önce görmeyi bekliyoruz.
Son olarak yarışmaları
soruyorum: "Yarışmaları hep motivasyon kaynağı olarak
gördüm. Yarışmaların bu açıdan bakınca yararlı, ama
daha fazla anlam yüklenince zararlı olacağını düşünüyorum.
Yarışma sadece yeni bir ürün çıkartmak için fotoğraf
çekeni motive eden bir araç olarak kullanılabilir.
Alınan ödüller ne abartılmalı, ne de alınamayan ödüller
için üzünülmelidir." diyen Adnan Bey, bu anlamda 1998
yılında TSK Personeli arasında teşvik amacıyla ilk
fotoğraf yarışmasını organize ettiklerini, bu yarışma
sonuçlarının bir albümde toplanarak yayınlandığını,
şimdilerde de ikinci yarışmanın hazırlıklarını sürdürdüklerini
belirtti.
Adnan Ataç ile Cadı
Kazanı'nın ilk ateşini yakmış olduk. Cadı Kazanı farklı
konuklarla kaynamaya devam edecek. Bu Cadı Kazanı'nı
Adnan Bey'in odasındaki bir sözle noktalıyorum:
"Ben insanım. İnsana
özgü olan hiçbir şey bana yabancı değil."
Dostça kalın...
Özlem Bağcı
|