BAŞARMAK 
                    Merih Akoğul 
                     
                     
                    
        
       
      
        
      
        
      "Başarmak" ya da "BAŞARMAK" 
         
         
                       2000 
                      yılının Sonbahar mevsimiydi. ilk kez gittiğim Adana'da, 
                      doktor arkadaşlarım Gülşah Seydaoğlu ve Sunay Fırat; bana, 
                      engelli çocukların tedavi edildiği bir özel eğitim merkezine 
                      gidip fotoğraf çekmemi önerdiler. 
      Böyle bir konuyu fotoğraflamayı daha önce düşünmediğim için açıkçası 
        biraz ürkmüştüm. Yine de oraya gittim ve yalnızca bir kaset test çekimi 
        yaparak İstanbul'a döndüm. Aradan birkaç ay geçtikten sonra kendimi yine 
        Adana'da buldum: Artık bir "projem" vardı. Kısa bir süre sonra Fehmi Kaya 
        Eğitim Merkezi, benim bu şehirdeki ikinci adresim olmuştu. İlköğretim 
        çağındaki zihinsel ve bedensel engelli çocukların rehabilitasyon çalışmalarının 
        yapıldığı bu merkeze, bir yıldan daha fazla bir süre, toplam sekiz ayrı 
        kez giderek fotoğraf çektim. 
      
      
      Elimde iki Nikon fotoğraf makinesi ve yeleğimin cebindeki onlarca film 
        ile kendimi bu merkezin çalışma temposu içine bıraktım. Merkez'in sahibi 
        Fehmi Kaya, kurum çalışanları ve ailelerinin, çocukların engellerini yenme 
        konusundaki çabaları gerçekten görülmeye değerdi. Bu da beni çok etkiledi. 
      Aradan belirli bir zaman geçtikten sonra çocuklar tarafından benimsenmiştim. 
        Beni ilk kez makinelerimle gördüğünde korkup kaçan otistik bir çocuk, 
        birkaç ay sonra makinelerimden birini boynuna asarak poz verebiliyordu; 
        ya da beni hatırlayan downlu bir çocuk gülerek gelip yanağımı okşuyordu. 
        Yerinden kalkamayan başka bir çocuğu üç-dört ay sonra ayakta, adım atarken 
        gördüğümde hissettiklerimi, bildiğim sözcüklerle anlatmam olanaksızdı. 
      
      Projenin ismine çekim aşamasında karar vermiştim; oradaki herkes aynı 
        amaç, "Başarmak" için çalışıyordu. Sonuçta "Başarmak" serisi, 8 ayrı gidişte 
        30 gün çalışılarak ve toplam 3600 kare fotoğraf çekilerek oluşturuldu. 
        izleyicilerle ilk kez 23 Mart-21 Nisan 2002 tarihleri arasında Fotoğrafevi 
        Fotoğraf Galerisi'nde buluşan bu serginin albümü için 96 adet fotoğraf 
        seçildi. 
      Bu projenin amacı, kimi ailelerin ne yapacaklarını bilmedikleri, kimilerinin 
        eve kapattığı, kimilerinin de "kader" diyerek sineye çektiği zihinsel 
        ve bedensel engelli çocuklarla ilgili gündem oluşturmak ve toplumun, bu 
        çocukların rehabilitasyonu konusunda gerekli duyarlılığı göstermesini 
        sağlamaktı. 
      
       Geçen 
        zaman içinde onlar benim arkadaşlarım, kardeşlerim, çocuklarım gibi oldular. 
        Bir "fotoğrafçı" olarak başladığım bu projeyi, yaşamın bazı noktalarını 
        daha net ve açık görebilen bir "insan" olarak bitirdim ve kendi kendime 
        Vardığım sonuç; hayatımın "en önemli" işlerinden birini yaptığım üzerineydi. 
        Şimdi bu çalışmanın bir albüm olarak fotoğraf severlerle buluşması da 
        sevincimi pekiştiriyor. 
        Merih Akoğul 
      Göremediğimize ortak olmak, acıyı paylaşmak 
      
      Fotoğrafın, modernist bir resmin öngördüğü şekilde görüneni aşma, dışlama 
        ve bunu da bir kanıt olarak kullanma yeteneğinin olmadığı aşikar. Buna 
        karşılık, bir kayıt tarzı olarak fotoğrafın, o şeyin yerine geçen birebir 
        temsile dönüşmediğini, sadece görünenin hayali suretini kaydettiğini de 
        söylemek mümkün. Bu suret, resmin ardında bıraktığı ve izleyicinin kendisine 
        göre tamamladığı boşluktan daha farklı ve daha yaralayıcı bir şey. Başkasının 
        çektiği bir fotoğrafa, onun gördüğünden geriye kalan bir nesnellik olarak 
        bakamam, ancak onun, modernist bir resimde olduğu gibi reddedilen bir 
        dünyayı değil, kabul edilen ve tamamlanmaya çalışılan bir dünyayı tümlediğini 
        düşünebilirim. Açıkçası fotoğrafın yalan söyleme gücü -ne kadar hesaplı 
        olursa olsun- resmin karşısında daha tesadüfi bir ayırdedicilik taşır. 
        Bu nedenle fotoğraf resme oranla, benimle gördüğüm şey arasında daha dolayımsız 
        bir akış, algılama ve içerisinde yer alma fiili hissettirir.  
      
      Fotoğrafın içerime sızma gücü, resmin yanında daha kontrolsüz ve gerçekçidir. 
        Fotoğrafta gördüğüm şeylerin olmamış olma olasılığını düşünme zamanım, 
        bir resmin gösterdiklerinin olmamış olma ihtimalini ve zamanını ezer. 
        Özellikle de Merih Akoğul'un elimin altında duran fotoğraflarında olduğu 
        gibi, kendi belgeselliğini üstünde açık seçik taşıyan çekimlerde, inancımı 
        alt üst edecek artı bilgi, aklımın ucuna dahi gelmez. Bir diğer deyişle, 
        izlediğim fotoğrafların gösterdikleri, kendimi, görüntülerde yer alan 
        imgelerden bağımsız kılmamı engeller. "Gördüklerim varlar ve bende onlara 
        bakıyorum" eylemi, bildiğim her şey kadar gerçekmiş gibi gelir.  
      
      Sonuçta gösterdiklerinden hem bağımsız hem de ona ait olarak fotoğraf 
        , garip bir şekilde yaşantı sürecimin içerisine girer, bildiğim ve bilebileceğim 
        her şeyin bir uzantısı, eki ve bir parçası olur. Ya da fotoğrafın, etki 
        gücüne bağlı olarak böyle bir izlenime kapılırım. Tabi ki bu sonuç her 
        fotoğraf için geçerli değil. Aksi taktirde çeken kişinin zaten ayıkladığı, 
        kendisince arındırdığı dünya, benden gittikçe uzaklaşan basit bir fragmanlar 
        topluluğuna dönüşür. Algılayabildiğim kadarıyla beni etkileyenfotoğraf, 
        içerime sızdığını, nüfuz ettiğini hissettirmeyen bir nesnelliğe ait olanlar 
        arasından çıkıyor.  
      
      Merih'in çektikleri arasında da var bakışımı kendime, kendi yaşantıma 
        yöneltenler: 
      
       Örneğin bir tanesinde, küçücük bir surattan yayılan sesin şiddetini 
        ve bu sese karşı beslediğim önyargıyı hissediyorum. Güzel, sevecen bir 
        kız çocuğu ve ona ait olabileceğini düşünemediğim kulaklarımda yankılanan 
        ses ile arasındaki uyuşmazlık beni korkutuyor. Fotoğraf ısrarla daha önce 
        karşılaştığım ama unutmaya çalıştığım bir durumu; hafıza bahçemin unuttuğu 
        şeyi kesif bir şekilde bana gerisin geriye yönlendiriyor. Fotoğraf hapseder 
        oysa ben hep hatırlarım. Bir otobüs yolculuğunda yaşadığım olaydaki gibi 
        o ses ve sahibi burada ve ben o sesi hatırlıyor, aynı irkilmeyi, aynı 
        çaresizliği, -kızın yanında flüt çalan erkek çocuğu ile birlikte- sanki 
        tekrar yaşıyorum.  
      
      Bir diğer fotoğrafta bakışım beni, bildiğim boşluk ve hareket kavramlarına 
        yöneltiyor. Beton bir tabanı olan odanın üzerine serili halının sadece 
        bir kıyısını işgal etmiş bir çocuk, toplarıyla oynuyor. Aklında ne bir 
        boşluk fikri ne de mekana yayılma ve sahibiyet idesi var. Vücudunun hareketi, 
        başucundaki ayakkabıları ve yaşamın karşılığına dönüşen lastik topları 
        onun için boşluğun içerisindeki her şeyden bağımsız. Daha doğrusu benim 
        bağımsız diye adlandırdığım şey, onu hiç ilgilendirmiyor. Çünkü benim 
        ve bir kültürün sakınımlı bir kurala dönüştürdüğü boşluğu kullanma fikrini 
        bu küçük çocuk bilmiyor. Esas olarak onun bilmediği o şey beni çekiyor, 
        kendim olmam için sarf ettiğim onca yolun beni nasıl yalıttığını, kontrollü 
        kıldığını düşündürtüyor. Onu, sadece çocuk olduğu için değil bana bu fikri 
        hatırlattığı için de seviyorum. 
      
       Bir diğer fotoğrafta ise, hiçbir yeri hiçbir yere bağlayamayan bir köprü 
        üzerindeki çocuğun, önünden hızla akan trene el sallayışını izliyorum. 
        Şüphesiz, kompartıman, pencere ve yolcu siluetlerinin yitişi ve her şeyin 
        sabitliğine karşın trenin uzaklaşması ile çocuğun belki de hep orada kalacak 
        olduğu intibadaki üzüntü değil beni bu fotoğrafa çeken. Aksine, tamamı 
        fotoğrafın karesine sığmayan trendeki donukluğa karşılık köprü, etrafındaki 
        yeşillik ve rüzgarın ağaç dallarını oynatışındaki ahenk bana daha yaşamsal 
        geliyor .Yüzünü dahi göremediğim çocuğun güleç çehresinden başlayarak 
        treni çevreleyen her şey, evler, ağaçlar ve donuk yapılaşma daha derinden 
        içimi ısıtıyor. Fotoğraf, durumlar arasında karşılaştırma yapmama olanak 
        sağlıyor.  
      
      Bir başka fotoğrafta bacaklarını hiç düşünemeyeceğim şekilde iki yana 
        aralamış bir kız çocuğunun bana bakan gözlerinden sadece ünyasının rengini 
        değil aynı zamanda fotoğrafı çeken kişinin çaresizliğini de görüyorum. 
        Kız çocuğunu ve arkadaşlarını tüm yalınlıkları içerisinde belgelemeye 
        çalışan bir fotoğrafçı var bu fotoğrafın ardında. Onları ne bir sömürü 
        nesnesine ne de kapalı kapılar ardında gözlerden ırak tutulmaya çalışılan 
        "kadere" dönüştürmemeye özen gösteriyor. Bu tür içeriklere sahip projelerin 
        çeken kişiyi bir süre sonra ehlileştirdiğinin, kendisinden kıldığının 
        ve bu değişime karşı direneni de dışladığının farkında. 
      
       Seri halde çekilenin fotoğrafik bir görme alışkanlığına dönüşmemesi 
        için kişinin konuyla bütünleşmekten, içli dışlı olmaktan çok olaya yabancılaşması 
        gerektiğini çok iyi biliyor. Kaldı ki çekilenlerin didaktik bir söyleme 
        dönüşmemesi için başka bir yol yok. Bu nedenle karşımızda duran fotoğraflar 
        dünyanın güzelliğini kanıtlamak için değil, görülenin kaydedilmesi için 
        sahne alıyorlar. Nitekim çeken kişi, tıpkı burada olduğu gibi kimi örneklerde 
        gördüğü şeyi sanki görmemiş gibi yapmaya zorluyor kendisini. Aksi taktirde 
        bu anı çekemeyeceğinin farkında. Fotoğraf çekmek esas itibari ile bir 
        müdahale etmeme biçimi. Orada olup da olmamayı sağlamanın olmazsa olmaz 
        yolu. Buna karşılık kızın gözleri, başarmanın vereceği mutluluk hazzını 
        bize hissettirmeye çalışan fotoğrafçının çabasını dışlıyor ve her şeyi 
        bir daha onarılamayacak şekilde deliyor, izleyeni yaralıyor. 
      
      Çocukların başrol oyuncusu olduğu bedensel ve zihinsel engelli bir dünyanın 
        kaydı, kanımca acı kavramanın tüm tanımlarını ve acıyı paylaşmamızın yollarını 
        yeni baştan düşünmemiz için bir öneri. Karşılarında durmak hem yürek istiyor 
        hem de unuttuğumuz yakınlaşmalara ortak olmamızı sağlıyor. Levent Çalıkoğlu 
      
        
       |