Back to Main Page Back to Main PageSon SayıÖnceki SayılarEditörlerİletişim

Editörden

Gezgin Fotoğrafçılar

Uzaklardan

Vizyon Limiti II

Tasar-Düzenleme ve Kompozisyon

Kaktüs

Özde Fotoğraf

"Taşın ve İnancın Şiiri Mardin"

Fotoğrafın Tarihsel Belge Olarak Anlamı

Orojeni

"Temel Tasarım " Işık

Astro Fotoğraf

"Solan Renkler" Kapılar

Fotoğrafın 150 Yılı

Cadı Kazanı

"Okudunuz mu, Gördünüz mü?"

"Sokaklarda Seksekler"

Ciddiyet

Yol Notları

Eğitim
· Temel Eğitim, Diyafram-Enstantane
· İleri Düzey, Efektler

Fotoğraf Dünyasından Haberler

Pano

Platformlar
· PTFD (Profesyonel Tanıtım Fotoğrafçıları Derneği)
· Salı Grubu

Yeni Umutlar
· Semiha Dugan
· Nuray Oksüz
. Öznur Bağcı

Sergi Salonu
· Ahmet Budak
· İsmail Güzelmansur

Suyunu Çıkaranlar

"Bir Ülke Bir Fotoğrafçı"

Portfolyolar
· Cengiz AKDUMAN
· Necmettin KÜLAHÇI
· Dursun Ali SARIKOÇ

 

Sayı 9

Sokaklarda Seksekler
Mustafa Kurt


Şehrin, herkes tarafından lanetli olarak bilinen, bu bölgesine ne zaman geldiğimi tam hatırlamıyorum. Ancak dostlarım oraya gitmemem konusunda bana o kadar çok telkinde bulundular ki, anlatamam. Şimdiye kadar, hayır'ımın arkasından başka bir kelime gelmediğini, hiçbir zaman da gelmeyeceğini bildikleri hâlde beni bu sevdadan vazgeçirmeye çalıştılar. Nihayet "Ne hâlin varsa gör" deyip beni kendi bilinmezliğime terk ettiler. Yaşadığım evden ayrıldıktan sonra zihnimde kalan şey, elimde küçücük bir valizle sokak köşelerinden döndüğümdü. Bir de, sokakların çok tenha olduğunu; ancak garip bazı insanların tek başlarına, etrafa bile bakmadan sokaklarda yürüdüğünü hatırlıyorum. Yılları hiç dışarı vermeyen, zamanı hep içine alan adamlardı bunlar. Camdan köşkler gibi parlayan gözleri vardı, kırılmaya yatkın. Sırma gibi saçları da simsiyah parlamaktaydı. Ayrıca hiç kimsenin geçmediği sokaklarda kaval çalan dilenciler vardı; kimi bekledikleriyse bir meçhûl…

Bu maceraya niçin atılmıştım? Burada benim işim neydi? Aslında öyle büyük ve haklı sebeplerim yoktu. Yalnızca yazmayı düşündüğüm "Büyükler İçin Oyun Kitabı" için şehrin değişik bölgelerini geziyordum. Aslında kitabımın birçok bölümlerini yazmıştım: "Benimle oynar mısın?, Oyunların fenalıkları, Her oyun kendi maskesinde gizli, Ben oyundan çıkıyorum, Oynamak isteği, Oyunların masumiyeti, Oyunların mahremiyeti, Oynanamayan oyunlar." Her şey tamamdı da, bir tek "Oyundakiler" kısmı için ilginç bir kahraman, belki de bir kurban, arıyordum kendime. Kitabımın başına koyduğum notta, kitabın oyunlara hiç bulaşmamış olanlarca okunmaması gerektiğini söylüyordum. Bu yüzden aradığım kahraman farklı birisi olmalıydı. Bu bölgede göreceğim insanların ya da şahidi olacağım bazı olayların, yazmayı düşündüğüm bu konuya yardımcı olmasını umut ediyordum. Gerçi oyunlar hakkında kendime göre sorularım ve bunlara verdiğim cevaplarım da vardı. Mesela, ihanetler 'başka oyunlarda oynama isteği'nden mi kaynaklanıyordu? Ya da hepimiz daha önce defalarca oynadığımız bir oyunu mu tekrarlıyorduk? Birisi bizi bırakıp gittiğinde, aslında onun hangi maskeyle yeni oyunlara soyunacağını da bilmiyor muyduk? Niye hepimiz bıktığımızı söyleyip, yeni oyunlara koşuyorduk? İşte, bu düşüncelerimi bir yana bırakmış, bunlara yeni şeyler eklemek isteğiyle yanıp tutuşuyordum. Gerçi eklesem ne olacaktı ki? Sadece öğrenmiş olmak için istiyordum belki de. Bu adı taşıyan birkaç kitap daha görmüştüm; ancak hiçbiri bana yardımcı olmamıştı. Ben daha farklı ipuçları arıyordum. Hayatın zaten bir oyun olduğu gibi basmakalıp düşüncelerim yoktu. Bilinmeyen yerlerde, bilmediğim insanlar tarafından sahnelenen oyunları yazmaya çalışıyordum. Bir de oyunların bilinmeyen bir çizgiyle birbirine bağlı olduğunu düşünüyordum. Bana göre farklı zamanlarda, farklı kişilerce aynı şeyler yaşanıyordu. Bunları bulmalıydım…
Gezdiğim şehirlerde ve ülkelerde, delilere dair birçok efsaneler dinlemiştim. Güyâ bütün deliler cinnet geçirmeden önce çok akıllı insanlarmış, hattâ kimilerinin aklı selim zamanlarında çok itibarlı mesleklere sahip oldukları da dilden dile anlatılırdı. Hepimiz çoğu şeyi hikâyelerden öğrenmeyi seviyorduk ya, onlara da kendimize göre masallar giydirmiştik.

İlk gün, valizimi o karanlık ve ahşap evdeki masaya bıraktıktan sonra, sokağa çıktım. Bulvar boyunca yürümeye başladım. Önüme çıkan ilk kişi bir dilenciydi. Elindeki kavalla, daha önce benzerini bile duymadığım bir şeyler çalıyordu. Yanına yaklaşıp, ona çaldığı şeyin ne olduğunu sordum. "Oyun havası!" dedi. Gülmemek için kendimi zor tuttum; zirâ çaldığı şey o kadar ağır ve hüzünlüydü ki, o ân benimle dalga geçtiğini zannettim. Ne var ki yüzündeki ifade hiç de öyle söylemiyordu. Koktum. Korkumu dağıtmak için hemen "Peki bu hangi oyunun havası?" dedim. "Bu, her oyunun sonunda çalınır" dedi. O da sözlerini çabuklaştırdı: "Bunu dinlerken bir alevin yükseldiğini ve her bir tarafı sardığını hissediyor musun?" Onun bakışları benim yerime "Evet" demişti bile. "Çünkü oyun oynandıktan sonra oyuncular gider ve, giderken de herkes bir cehennem bırakır diğerine." dedi ve sustu. Aradığım şeyi bulmaya başlıyordum. Korkmam çok normaldi. Ancak ilk defa korkuların yazacaklarımı zenginleştirmeyeceğini fark ettim. Gelmiştim bir kere. Devam etmeliydim aramaya…

O gün eve gidip tahta yatağa uzandım. Evin tavan ağaçlarını izledim saatlerce. Küçücük odada, tavan kirişlerini yiyen kurtların çıkardığı gıcırtılardan başka bir ses yoktu. Bir ân, ağır hastaların ölmeden önce merteğe baktıklarını hatırladım. Karanlık odanın verdiği bu zifiri düşüncelerden kurtulmak için uykuya zorladım gözlerimi. Sonra usul usul bir rüyaya sokuldu bütün bedenim. Gözlerim demiyorum; çünkü ben de rüyanın gözlerle görülemediğine inananlardanım. Uyku çökmeye başladı üzerime. Gözlerimi kapattım… Az sonra bir rüya göreceğimi biliyordum sanki. Rüyam başladı, uyanmak istedim ama bir türlü uyanamıyordum...

Şimdi çok katlı bir apartmanın karşısındaydım. Birçok daire vardı; ancak hepsini birden aynı anda görebiliyordum. Sanki yukarı doğru uçuyordum. Önce bir çocuğu gördüm, orta katlardan birinde. Çocuk küçük bir yastığa sarılmış, karşısındaki resimle konuşuyordu. Onu duyabiliyordum: "Şimdi sen benim annem oluyormuşsun, ben de senin oğlun oluyormuşum. Sen her gün akşam benimle oynuyormuşsun. Hem evimize her akşam sokaklar üşümeden geliyormuşsun." diyordu. Resim hiç konuşmuyordu. Çocuk sözlerine cevap beklediği zamanlarda, derin bir sükutla karşılaşınca, daha bir nefretle bakıyordu resme. O da belki, az sonra elindeki yastığı resme atacak, "Hadi artık, konuşsana" diyecekti. Önce anahtar deliğindeki sesler, sonra da çocuğun annesi geldi odaya. Kadının giydiği elbiseden niye bu kadar geç kaldığı ve ne iş yaptığı anlaşılıyordu. Onu bekleyen çocuk da biliyordu bunu. Biliyordu elbet, annesinden "kötü" diye bahsedildiğini. Ancak bilmezlikten geliyordu; küçücük aklıyla bilmemenin huzur verdiğini o da öğrenmişti. Annesi ona bugün resimdeki adamla neler konuştuğunu sordu. Çocuk sadece sustu; resmin yaptığı gibi. Bütün bu manzaraya inat, kadının yüzünü, gözlerimi kamaştıracak kadar bir aydınlık gölgelendiriyordu.

Gözlerim hemen yan daireye kaydı. Orada da bir kadın karşısındaki adamın gözlerine bakıp, "Seni seviyorum, anlıyor musun? Seviyorum seni." diyordu. Bu da yetmiyor "Ya bir gün beni bırakıp gidersen ben ne yaparım?" diye de ekliyordu. O ân aynı manzaranın hemen yanına, bambaşka bir kare eklendi. İlk anda anlayamadım, çünkü bu görüntüde de aynı oda ve aynı iki kişi vardı. Bu kez kadının gözlerinde başka bir sevgilinin hayali büyüyor, bedeninde ondan aldığı izler beliriyordu. Gözlerine bir kez daha baktım, kadın gene kocaman bir yalana sevdalıydı galiba; çünkü o kimseyi sevemeyecek kadar kendine âşıktı. Bunlar bir yana, kadın yanındaki adama: "Seviyorum seni, ama senin yanında olmak istemiyorum. Senin sevgini yaşadığım her ân kalbimde yaşatacağım" diyordu. Sözlerin bir dağ olup adamın omuzlarına çöktüğünü hissettim o zaman. Çünkü ben bu oyunun perde arkasını bilebiliyordum, rüyanın bana sunduğu görüntülerle. O ân yukarı baktım, düşündüm ki yer yarılacak gökler parçalanacaktı. Boşuna bekledim; olmadı, hiçbiri olmadı. Karşıdaki adam anlıyordu; ama ağlamıyordu. Sadece "Peki" diyordu, "Tamam " diyordu.

Üçüncü bir manzara daha gördüm; ancak bu kez adam yalnızdı. Yalnızca konuşuyordu adam, yüzünde kadim zamanlardan kalan bir ifadeyle hem de. "Kapanmasını istemediğim güzel bir yara olmalıydı, arta kalan" diyordu. Sonra birden kalkıyor, beyaz gömleğinin üstüne bir şeyler yazıyordu boyalı kalemlerle. Ne var ki ben bütün görme isteğime rağmen, adamın oraya ne yazdığını göremedim. Bir ân kadının hemen yanımda olduğunu fark ettim. Bana dokundu. O dokunmayla birlikte, odadaki adamın bedeni benim bedenimle yer değiştirmişti sanki. Sonra konuşmaya başladı kadın. Yüzünde, garip ve muhteris ifadeler dolaşıyordu. "Bakma zayıf göründüğüne, her zaman daha fazlasına dayanabilir o" diyordu ve ekliyordu: "Kırılganlığının sınırları hep daha ötedir. Ummanların ufukları kadar uzaktır kırılma noktası" diyordu. Kalplerin bazen ne kadar katı olabileceğini öğretmek istiyordu belki bana. Ki onların katılığı hiçbir şeye benzemeyecek kadar kesiciydi. Zamanla mı giriyordu insanın içine? Kesmeden acıtıyor; kanatmadan donduruyordu. Sonra üşümek, nihayet hep yanmak kalıyordu geriye. O ân rüyama refakat eden duygunun ne olduğunu çok ezici bir şekilde hissettim. Sonunda elini çekti kolumdan. Bununla da, insanın artık kirletilmediğinde asıl kirlendiğini öğrendim. Adamın çığlıkları yükseliyordu, "Seslerin canı cehenneme" diyordu, ama seslerden örülmüş bir cehennemde yaşıyordu zaten. Yananların yanmayacağını söylerlerdi; ne var ki bu adam seslerden örülmüş bir cehennemde yaşıyordu. Sonra da her duvar bulduğunda çınlayan bir çığlık, her karanlık bulduğunda kendine rüya edinecek bir kabustu onun sesi… O da şimdi nefretin bütün duyguların en güçlüsü olduğunu, hem de her dem büyüyen bir uçurum olduğunu öğreniyordu. Çok korkuyordum. Kaçmalıydım. Kurtulmalıydım bu cehennemden. O ân kadının beni de kendine benzeteceğinden korktum; dokunduklarına benzerdi ya insan. Nihayet o görüntü kayboldu. Az önce çocuğu ile konuşan kadının bedeninde konaklayan şey, bu kadının ruhuna hakim olmuştu. Ben bir izleyici olarak, ilk kadını çoktan affetmiştim ama ikincisini asla affetmeyecektim… Bakışlarım en üst kata kaydı birden. Bu katta iki adam sırt sırta vermişler, bir şeyler yazıyorlardı. Birisi sigarasına bakıp kaleminden kâğıda "Zehir de olsan insanların ihaneti kadar acı değilsin!"cümlesini akıtıyordu. Sırtı ona yapışık olan adam da iki satır işlemişti kâğıda. Ben bunları çok açık okuyabiliyordum. Başlığı "Yası Tutulmayacak Adamlar ve Kadınlar" ilk dizesi de "Çıkar yüreğini dışarı"ydı…

Bu korkunç kâbusun etkisiyle kan ter içinde uyandım. Karmakarışık duygular vardı içimde. Rüyam tabire muhtaç olacak kadar karanlıktı. Kalktım, tahta yatağımdan. Vakit daha çok erkendi. Güneş, karanlığı hâlâ bastıramamıştı. Kimsenin olmayacağını düşünerek hemen sokağa çıktım. Yanılmışım: Sokakta genç, alımlı bir kadın yürüyordu. Çok geniş olan eteği yerleri süpürmekteydi. Kadının saçları bir alev gibi parlıyordu. Onun bu saatte burada olmasını hiç kimse, ne bana ne de kendisine izah edemezdi. Herhalde o buraların yabancısıydı da, yolunu kaybetmişti. Onu takip etmeye başladım. Kaldırımlardan değil, yolun tam ortasından yürüyordu. Şaşırdım, çünkü buranın yerlisi olduğu tavırlarından hemen anlaşılıyordu. Sonra aniden arkasına döndü. Gözlerimi kaçırmaya çalıştıysam da yapamadım. Artık konuşmak bir mecburiyet olmuştu; çünkü karşı karşıyaydık. "Güneş az sonra senin de yüzüne vuracak ve her yerini ışık saracak" dedi. "Evet" dedim, "hava ağarıyor." O anda ufuktan çıkıveren güneş, onun saçlarına öyle bir çarptı ki, alacakaranlıkta bile parlayan bu saçlar gözümü aldı, bakamadım onlara. "Benden ne öğrenmek istiyorsun?" dedi. Ne diyeceğimi şaşırdım. Bir şey demek gerektiğine inanarak "Neden buradaki insanlar böyle, bir açıklaması vardır elbet?" Dudaklarının kıvrımları, acımayı mı yoksa tebessümü mü işaret ediyordu, çözemedim. Ağzından kelimeler dökülmeye başladı, hattâ su gibi aktı: "Bak, güneşi görüyorsun değil mi? İşte ışıkların takip ettiği o uzun yolun tam ortasında duruyor, onlar. Ellerini, kollarını birbirine kovuşturmuşlar, sana ve olan biten her şeye oradan bakıyorlar. Bazen gülmeleri de bu sebepten. Çoğu zaman hayret ediyorlar size ve yaptıklarınıza." dedi. "Çok şey biliyorlar desenize" dedim. "İçinizdeki kötülüklerden bile çok…"

Delilerin bu çok bilmiş tavırlarına dair çok şey duymuş ve okumuştum. Bütün bu konuşmaları da onlara yordum. İşte bu da böyle bir şey olmalıydı. "Peki bu şaşkınlık bizdeki bir eksiklikten mi kaynaklanıyor? dediğimde önce durakladı. Yüzü garip şekillere büründü. Sonra tekrar konuşmaya başladı: "Siz, çoğu şeyi bildiğiniz hâlde böyle yapıyorsunuz, işte ona gülüyorlar" dedi. Ben de hemen yapıştırdım soruyu "O zaman bizler oyun oynuyoruz desenize. Peki, bundan bir çıkış yok mu?", "Var elbet; ellerinizi arkanıza değil de, olması gereken yere, yani karşınızdakinin ellerinin üstüne koyacaksınız" dedi. Adının ne olduğunu sordum. "Sâre" kelimesi döküldü dudaklarından. Kaldırımın kenarına oturduk. Bana kendi hikâyesini anlattı üç beş cümleyle. Onu anlamıştım. Yazacaklarımın artık bir anlamı kalmamıştı. Onca konuşmadan sonra, o bir kurban değil, ancak bir kahramanım olabilirdi. Artık gitmem gerektiğini söylediğimde Sâre: "Sen bütün oyunların ince bir iplik üstünde oynandığını bilmiyor musun? O kadar kolay gidemezsin" dedi. Bunun bir yolu olmasını gerektiğini söyledim. Hiç kimseyi kırmadan gitmek istediğime, onu inandırmak için çok çabaladım. "Tek bir yolu var: Bütün oyun arkadaşlarını oyunlardan bıktığın konusunda ikna etmeli ve onların rızasını almalısın. ","Peki bunu yapmazsam", "O zaman oyundan çıkartılırsın" dedi. Ne dediğini ilk anda anlamamıştım ama, kadının bakışları "Anladığını biliyorum" diyordu…

İyice dalmışım. Birkaç kişinin daha sokaklarda yürümeye başladığını, başımı kaldırdığımda ancak fark edebildim. Hepsi bana bakıyordu. Yüzlerinde bu kez alaycı bir tebessüm yerine, kin ve nefret vardı. Bana bir oyunbozanmışım gibi bakıyorlardı. Hepsinin beni öldürmek istediğini seziyordum. Sâre "İyi de neden bunları yazmak istiyorsun?" deyince, korkum haddi hududu olmayan bir şaşkınlığa dönüştü. Ona yalan söyleyemez, ondan bir şey kaçıramazdım. Çünkü o çok uzaklardan konuşuyordu artık. Benim gidemeyeceğim kadar uzak bir yerden hem de. "Sadece neden böyle olduğunu anlamak, bilmek istiyorum" dediğimde "Neyi" diye sormadı bana. "Daha önce de yazıyordun değil mi? O zamanlar gözlerinde bir pırıltıyla yazıyordun hem de" dedi. Evet, anlamında başımı öne eğdim. "Şimdiye kadar yaşamak ve yazmak istedin, bir şeyleri büyütmek için, ama şimdi de bir nefreti yazmak istiyorsun. Çünkü elinin üstüne elini koymadan gittiler hepsi değil mi" dedi. Ben ona ne diyebilirdim ki?..

Çevremize birkaç kişi daha toplanmıştı. Bu kadar usturuplu cümlenin sonunda ben de giderken güzel bir cümle kurmuş olmanın vereceği hazza sığınarak: "Vedâlar çok zâlimdir; ancak gitmek zorundayım" dedim. Dilenci çok alaycı bir gülümsemeyle "Hiçbir şey, bir oyundan zamansız çıkan kadar zâlim olamaz" dedi. Bu oyunum da bitmişti ama ben hâlâ oyundan çıkamamıştım. Neler oluyordu? Ben sadece oyunlarla ilgili bir kitap yazmak istiyordum. Onlardan merhamet dilenmeye başladım. "Ne olur bu oyun bitsin artık, yalvarırım size, beni bırakın!" Bütün bu yalvarmalarıma rağmen gözlerinde en ufak bir merhamet belirtisi yoktu. Hattâ daha da vahşi ve hırçın bakıyorlardı bana. Sonunda yılgın ve bitkin, olduğum yere tekrar oturdum. Başımdan hepsi gitti. O ân gözlerimden birkaç damla gözyaşı süzüldü yüzüme. Ne için ağladığımı da bilmiyordum aslında. Çaresizlikten ağlamıyordum. Ancak ağlamak istediğimi biliyordum. Yıllar önce "Gözyaşlarını kimseye gösterme" denmişti bana. Ellerimle yüzümü kapattım. Sâre sert bir darbeyle ellerimi yüzümden dışarıya itti. Gözlerime baktı. Az daha gözlerimin içinden yüreğime sızacağını sandım. Hiçbir şey söylemedi. "Hadi şimdi git!" dedi. Diğerleri arkalarına bile bakmadan evlerine girdiler. Doğruca ahşap eve gidip valizimi topladım. Ardıma bile bakmadan eski mahalleme ulaştım. Evimin kapısını kilitleyip, perdelerimi sımsıkı kapattım…

O dönüşten sonra hiçbir şey yazmadan günlerce dolaştım. Bir gece yarısı da kalemi aldım elime. Belki de son defa yazacaktım, ama bunu yazacaktım. Sanki gözlerim ve yüreğim iki farklı ateşte yanıyordu. Nihayet kalem kâğıda, gözlerim kelimelere kavuştu:

Oyun Bitti
O zamanlar, kimsenin beni göremeyeceğinden emin olduğum tenha sokaklarda çocukların çizdiği sekseklerde zıplar, ayaklarımı bir sağa bir sola kaldırarak yarı koşar adım yürürdüm. Ve hâlâ çocuklar için yazılmış masalları gizli gizli okur, onlara kendimi de katar, sihirli yolculuklara çıkardım. Hayalleri çalınmış bir yere doğmuştum ben. Güyâ onlara uyuyormuşum, onları mutlu ediyormuşum örtülerine bürüyüp, çocukların oyunlarına katılırdım. Hem o zamanlar çocuklar şehri terk etmemişlerdi daha…

Sevdiğim kızın adını kaldırımlara ve duvarlara yazar; sabahları o yazıların yanından geçerken gururla bakardım gece yarılarından kalma eserlerime. Anlayacağınız deli yanlarım körelmemişti daha. Küçük küçük mutluluklarımı birleştirip, büyük büyük umutlar kurardım kendime. Sanırım bunları yaptığımda yirmi beş yaşlarındaydım. Beni hayata bağlayan, çocuk ve deli yanlarımdı. Artık bunların hiçbirini yapmıyorum… Aslında çocuklar hâlâ oyunlar oynuyorlar ve hâlâ üzerinde zıplayabileceğim seksekler de bırakıyorlar yollarda. Sokaklar da hâlâ tenha. Hem hâlâ okuyabileceğim masallar da var. Kaldırımlar, duvarlar da hâlâ çok cömert. Elimde boyayla beni bekliyorlar. Hepsi var, hepsi… Peki neden mi yapmıyorum bunları?

"Birgün benimle oynar mısın?" dedim. "Tabi ki oynarım "dedi. Ve 'benimle oynadı.' Hem de yüzünde başka oyunlardan kalan bir maskeyle… Ve ben eğer birgün, kırmızı bir boyayla duvarlara yazacak olsaydım "Sana inanmıştım; her şeyi gerçek sanmıştım" yazacaktım.

İşte bu yüzden, sırf bu yüzden bütün oyunlar bensiz oynanıyor şimdi…
Bir çocuk ağlaması geliyor sokaktan. Muhtemelen çocuklar oyuna onu almadılar ya da oyundan çıkardılar. Artık gitmeliyim; ben bu oyundan çıkıyorum.
Ama biliyorum, ben çıksam da oyunlar oynanmaya

devam edecek…