Back to Main Page Back to Main PageSon SayıÖnceki SayılarEditörlerİletişim

Editörden

Gezgin Fotoğrafçılar

Uzaklardan

Black&White in Colors

Belgesel ve Haber Fotoğrafı : Fark nerede? (Bölüm 1)

Foto-Muhabirliği ve Etik

Mühürlenmiş Zaman

Bir Fotoğrafın Öyküsü

Sanat ve Felsefe

Fotoğraf ve Mimari-2

Temel Tasarım : Doku

Kaktüs

Elmadağ Çocuk Tutukevi'nde Bir Deneyim

Cadı Kazanı

"Anadolu'ya Bir Göre Borçluyuz"

Okudunuz mu
Gördünüz mü?

"İmzalı Kitaplara Bir Mersiye"

Bülmeten

Ciddiyet

Yol Notları: Malta

Eğitim
- Temel Eğitim : Filtreler
- İleri Düzey: Çocuk Fotoğrafları

Haberler

İFOD

Sergi Salonu
- İsmail Hakkı Haykır
- Eren Özerdim

Bir Ülke Bir Fotoğrafçı

Suyunu Çıkaranlar

Fotoğraftan Al Haberi

Portfolyolar
- Gültekin Çizgen
- Sadık Demiröz
- Koray Olşen




 

 

Sayı 12

"İmzalı Kitaplara Bir Mersiye"
MUSTAFA KURT


“Vuslatsız sevdalar hep büyük şiirlere gebedir…” Kulaklarında son bir uğultu ile tekrar çınlayan bu ses, onu bir türlü rahat bırakmıyordu. Gecenin bu saatine kadar uyuyamamasının sebebi de bu cümle değil miydi? Uykusuzluğun ve yorgunluğun şiirin kapılarını ardına kadar açtığına kendini o kadar inandırmıştı ki Nureddin…

Dağınık bir oda, şöyle bırakılıvermiş elbiseler.. Son korları da küllenmiş bir sobanın hemen yanında pencereye dayanmış bir masa… İnce bir gömleğin içinde zayıf vücudu tir tir titreyen bu genç adam, elinde mürekkepli bir kalemle bilmem kaçıncısını kırıştırdığı kâğıtlara bir yenisini daha ekliyordu. İyi şiirler yazacağına kendisi o kadar inanmıştı ki. Sabah güneş doğduğunda kâğıtların üzerinde olan mısralar şimdiye kadar ne yazılmış ne de söylenmiş olacaktı. “Gecenin karanlıklarını yırtan ulumaların sahibi köpekler, çöplükleri karıştıran kediler ve sokaklarda uyuyan ihtiyar dilenciler aslında büyük bir geceye şahitlik ettiklerini hiç mi hiç bilmiyorlar” diye geçirdi içinden. Evet bu gece öyle şiirler yazacaktı ki. Yazmalıydı; çünkü vuslatsız sevdaların en çilelisini o çekiyordu. Bu iki katlı evin üst katının küçük penceresinden sızan solgun ışıklar sabah olduğunda sönecek, yerini büyük coşkulara bırakacaktı. Ne yazacağını bilmiyordu; fakat içinden öyle şeyler geçiyordu ki bir şeyler mutlaka yazmalıydı. Kalemden birkaç mısra damladı sarı kâğıda:

masumiyetinin bedelini ödemek için
mesut fotoğraflardan bir de
mahzen sinemalardaki filmlerden
aşkı öğrenmeye taliptim.
her şeyin bir bedeli vardı çünki.

Aşkını böyle mi anlatmalıydı? Başını iki elinin arasına koyup sımsıkı sardı. Masadaki İkinci sigarasından bir dal daha çekip titrek dudaklarının arasına özenle yerleştirdi. Kibrit kutusundaki son çöpünü de ateşledi. Evet şimdi her şey tamamdı; fakat yazdığı şeyler şiire hiç benzemiyordu. Sevdiğinin ona karşı masum olduğu doğruydu ancak bunu böyle mi anlatmalıydı. Başka kelimeler bulmalıydı. Bulduğu kelimeler öyle bir araya gelmeliydi ki okuyanın ruhunda fırtınalar koparmalı, bu karşılıksız sevdayı tâ kalbinin içlerinde duyurmalıydı bu mısralar.

senden arda kalan
yalnızca hüzünler mi olacaktı
bir küçük odanın içinde…

Bu mısralar da kâğıda akmıştı; ancak yine olmadığına hemen kendini inandırdı. Bu şiir vezinsiz, kafiyesiz olmalıydı. Ama bambaşka da bir şey olmalıydı… Sabahlara kadar karaladı, çizdi, karaladı kırıştırdı, attı, attı. Nihayet hiçbir şey yazamadı. Sabahın ışıkları odanın solgun ışığını bastırdığında başını sessizce tahta masaya koydu… Olmadı ama olacaktı. Bugün olmasa yarın olacaktı. Sonra birden doğruldu. İçinde hiç sigara kalmayan ikinci paketini ince gömleğinin cebine yerleştirdi. Sırf cebimde olsun diye yaptı bunu. Ceketini giydi. Titreyen vücudunu kapıdan dışarı çıkardığında sabahın ayazı yüzüne öyle bir çarptı ki, hemen geri dönüp, yırtık çoraplarını masanın altındaki kutudan çıkarıp sağlam çorapların altına giydi. Paltosu için ayırdığı parayla keşke kitap almasaydı. Kendine söylene söylene döşeme sokaktan yukarı doğru hızlı hızlı yürüdü. Bir müddet sonra Son Havadis gazetesinin iki katlı, hana benzeyen binasına vardı. Dağıtıcı çocuklar pardüselerinin şapkalarını başlarına geçirdikleri hâlde sokaklara doğru koşuşturuyorlardı. Arkalarında “Yazıyooor! Yazıyooor!” sâdâlarını bırakarak. Geniş merdivenlerden yavaş yavaş yukarı çıktı. Uykusuzluktan yuvalarına iyice yerleşmiş gözleri, etraflarda kimseyi göremedi. Kendine ayrılmış dar bir odanın kapısını açıp içeri isteksiz isteksiz girdi. Buradaki masası da evdekinden farklı değildi. Kâğıtlar, gazeteler, kitaplar üst üste, düzensizce yığılmıştı. Yavaşça tahta sandalyeye çöktü. soğuktan önce hiç kıpırdamadı. Sonra ceketinden dolmakalemini çıkarıp Hüsrev Bey’in yarınki makalesini tashih etmeye başladı. Önündeki kâğıtta, daktilonun hızlı vuruşlarıyla delinmiş birçok harf olan yazıyı bir iki saatte dikkatlice tashih etti. Fakat artık göz kapaklarının üstüne dağlar çökmüştü. Bir iki tefrikayı da tashihten sonra yavaşça doğrulup, gazetenin sahibi olan Cemil Bey’in kapısını mahcup şekilde çaldı. Gel sesini duyduktan sonra kapının kolunu kıvırıp içeri girdi. Cemil Bey’in “Gel oğlum” hitabıyla mahcubiyetini silkip attı. Cemil Bey’in ‘Oğlum’ deyişi tam bir şiirdi. Bütün harflerin hakkını veriyordu. Ona hiç kimse bu kadar sıcak “Oğlum” demezdi Cemil Bey’den gayrı. “Şey efendim tashihleri yaptım da müsaade isteyecektim”. Karşıdaki beyaz saçlı adam elini yeleğinin cebine atıp bir miktar para çıkararak “Al oğlum” dedi. Nureddin mahcup, usulca elini uzatıp parayı aldı. Geri dönüp tam çıkıyordu ki arkadan gelen bir sesle tekrar geri döndü. Oğlum yorgun görünüyorsun hasta mısın? diyen Cemil Bey’e: “Şey efendim, gece uyumadım da… Şiir yazıyorum” dedi yavaşça. Cemil Bey “Bak hele sen, bir şair barındırıyoruz da  haberimiz mi yok...”

Bu eski yapı binadan koşar adımla çıkarken Nureddin adeta koşmuyor, uçuyordu. Etrafındakilere çarptığı için arkasından söylenenlere kulak bile asmıyordu. Soluğu İkbâl Kitapçısı Hüseyin Efendi’nin dükkanında aldı. “Hüseyin Amca ben Ziya’nın romanını alacaktım da” dedi. Uykusuzluktan yorgunluktan hiç iz kalmamıştı, ne sesinde, ne gözlerinde. Hüseyin Efendi yavaşça doğrulup masanın altındaki kâğıt kutudan bir kitap çıkarıp Nureddin’e uzattı ve “Ne çabuk haber aldın bu romanı?” dedi. Nureddin “Hüseyin Amca çoktan beri bekliyordum, bu kitabı” demesiyle, dışarı çıkması bir oldu. Doğru eve yollandı. Önce romanı güzelce masasına yerleştirdi ve ceketini çıkarıp tahtadan divanın üzerine uzandı. Sevinç dolu bir yüzle uykuya daldı.

Uyandığında gece olmuştu. Müezzinler yatsı vaktini ilâm ediyordu. Heyecanla masadaki romanı eline alıp doğru mahallenin gece yarısına kadar açık olan Şifa Çorbacısı’na gitti. Çok kısa zaman sonra evine dönen bu zayıf çocuk masanın başında romanın sayfalarını sabaha kadar çevirdi, çevirdi. O gece de o solgun sarı ışık hiç sönmedi… Sabahla birlikte Nureddin, biraz hüzünlü biraz kırgın evden gazeteye doğru yürümeye başladı. “Hayır ben Ahmet Cemil gibi olmayacağım” diye diye gidiyordu. Halbuki Ziya “Ben sana benzeyen bir kahramanı anlatıyorum” demişti. Ne alakası vardı Nureddin’in Ahmet Cemil’le. Hem o, şiir kitabını bastıramıyordu, sevgilisi Lâmia’yı da başkasına veriyorlardı. Oysa Nureddin bir gün önce Hüseyin Bey’den şiir kitabını gazetenin matbaasında bastırmak üzere söz almıştı... Bu akşamdan itibaren şiir kitabıma öyle bir özeneceğim ki çok kısa zamanda şiirlerim kulaklarda ve dillerde dolaşacak diye kendini teskin etti. Hem o, bir musahhihti. şiirlerini kendisi  tashih edecek, yüz kere ,bin kere onları okuyacaktı. Onun kitabı hiç yanlışsız neşrolunacaktı. Yeniden tazelenen bu umutla o günkü yazıları da tashih etti. Yine o ahşap evine, küçük odasına döndü. O günden sonra Nureddin’in penceresi ışıdı durdu, hiç sönmedi... Elleri ceketinin cebinde sabahları evden çıkıp giden bu delikanlı iki ayın sonunda yine bir sabah elinde bir dosya olduğu hâlde, Son Havadis’in bu eski binasının merdivenlerini koşa koşa çıktı. Doğruca Cemil Bey’in odasına girdi. Çok sevinçli, heyecanlı sözlerden sonra Cemil Bey, bu genç çocuğun dosyasını hemen mürettiplere gönderdi…

Aradan dört gün geçmişti ki eski binanın kapısından elinde hepsi keten iple bağlanmış kitaplarla Nureddin belirdi. O, İkbâl Kitapçısı’nın yoluna koyulmuştu bile. İçeri hızlıca giren bu saçları dağınık delikanlıyı gören Hüseyin Efendi, “Ne o, kitap sevdalısı bu kez sen mi bana kitap satacaksın” dedi. Nureddin heyecanlı: “Amca kendi şiir kitabımı getirdim sana. Gör,  şiirlerim nasıl meşhur olacak.” Hattâ Hüseyin Efendi’ye iplerini kestikten sonra bir kitabını imzaladı. Öyle özenli imzalamıştı ki, harfler sanki bir ipe dizilmişler gibi duruyorlardı. Muharrir arkadaşı Osman Fahri, imzalı kitapları sahaflar çarşısında ucuz fiyata satılırken gördükten sonra kendinin kitaplarını hiç kimseye imzalamadığını anlatır dururdu. Ama Nureddin Ferhat adını taşıyan şiir kitapları en müstesna müzayedelerde yüksek fiyatlarla satılacaktı nasıl olsa. Mutlu bir şekilde İkbâl Kitapçısından çıktı. Hüseyin Efendi bu delikanlıya en büyük iyiliği yapmış, bir kitabını da vitrine koymuştu. Çünkü o da ince ruhlu bir adamdı kendine basılmak için getirilen kitapları önce eve götürürdü. Akşam çocuklar okuldan gelince onlara basılması istenen kitapları seslice okuturdu. Eğer  evin kadını Nesrin Hanım kitaptan etkilenir ağlarsa o kitabın basılmasına hemencecik karar verirdi. Velhasıl onun ölçüsü Nesrin Hanımdı. Nureddin camın önünde durup kitabına ışıltılı gözlerle bir daha bakıp eve doğru yürüdü. Artık rahat rahat uyuyacaktı…

Aradan haftalar geçti. Nureddin, Son Havadis’in binasını İkbâl Kitapçısına ve başka yerlere de bıraktığı kitaplarını defalarca ziyaret etti. Her geçen gün bu zayıf çocuğun benzi solup, sararıyordu. En son Sahhaflar Çarşısında üç kuruşa satılan kitaplara dalgın dalgın bakarken görülmüştü. İşte o günden sonra Nureddin ne Son Havadis’e ne İkbâl kitapçısına ne de diğer kitapçılara uğradı. Bu arada İstanbul’a üç gün boyunca öyle yağmur yağdı ki gökler testilerinde ne varsa hepsini boşaltıyordu sanki. Kimseler evlerinden bile çıkamadılar. Hattâ dağıtıcı çocukların “Yazıyooor” sesleri bile dağılmadı caddelere. Sonra hava ıraklardaki dağların bile görülebileceği kadar berraklaştı. Cemil Bey’in gönderdiği mürettip Nureddin’in o küçük odasında, tahta divan içinde kıvrılıp kalmış bir zayıf vücutla, masanın üzerinde beş imzalı kitap buldu, kitaplardaki imzalar:

“Muhterem Hüseyin Efendi’ye”
“Muharrir Osman Fahri’ye”
“Ahmet Cemil’e kıyan romancı Muharrir Ziya’ya”

Bu kitapların üzerinde “Üç Kuruştur” kaydı bulunmaktaydı. Mürettibin gözleri, kapakları açık bir şekilde üst üste konmuş iki kitaptaki ithaflara kaydı; kitapların birinci sayfalarında elifi elifine şunlar yazılıydı:

“Vuslatı kabil olmayacak bir sevdâya, Melâl’e…”
“Yağmur yağmur işliyor bak iliklere
Yolun bitti durma koş serviliklere”

                     Kendim’e