| Meryem Akköse: Öncelikle   okuyucularımıza söyleyelim: Gülbin Özdamar Akarçay tahmin ettiğimin   ötesinde gençmiş. 1980 doğumlu. Özgeçmişinizi okurken, bu kadar şey   yaptığına göre herhalde 35’in üstünde filandır diye düşünmüştüm. Açılış   olarak biraz kendinizden bahsederseniz memnun olurum.Gülbin Özdamar Akarçay: Teşekkür   ederim. Ben Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi   mezunuyum. 2002 yılında mezun oldum. Fotoğrafa, Merter Oral hocamın   yanında başladım. Merter hocayı biliyorsunuz kaybettik. Ben O’nunla   çalışıyordum ve fotoğrafa O’nun sayesinde başladım. 1998 yılında ne   yapmalıyım diye düşünürken Merter hocayla tanıştım ve elime bir makine   tutuşturdu. Daha sonra fotoğrafın insanın kendini ifade aracı olduğunu   anladığımda bu işi yapacağıma söz verdim.
 
 M.A: 98’e kadar fotoğrafa özel bir ilginiz yok muydu?
 G.Ö.A: Yok, hayır, o zamana kadar hiçbir bir ilgim yoktu. Sadece babam   ailedeki bütün olayları video ve fotoğraf makinesiyle kaydederdi.   Sanırım O’ndan gelen bir takım yatkınlıklarım var ama fotoğrafa merakım   Merter hoca sayesinde başladı. O’nunla birlikte bir takım projelere imza   attık.  Hasankeyf‘le ilgili bir proje yaptık Vakıf Bank’ın   sponsorluğunda. Bu proje sergilendi. Tabii bu proje beni fotograf   çekmeye daha da motive etti. Daha sonra hayatımı fotoğrafa adayacağımı   keşfettiğimde babam fotoğraftan meslek olamayacağını söyledi.   Fotoğraftan para kazanılamaz, fotoğrafçı olup ne yapacaksın gibi bir   şeyler söylemişti. Ben yayın bölümünde okumaya karar verdim. Ailem benim   her zaman haber spikeri olmamı istemişti. O sıralarda haber spikeri   olan çok güzel bir kadın vardı. Defne Samyeli. Benim O’nun gibi   olacağımı düşünmüşlerdi. Ama benim fotoğrafa olan ilgimi görünce arkadan   arkaya beni desteklediler ve babam ilk fotoğraf makinemi aldı. O günden   beri fotoğrafla uğraşıyorum. Babamın bana olan desteğini asla unutamam.   Gerçekten maddi ve manevi bütün hayatımı bu işe adadım. Akademik olarak   da fotoğrafla uğraşıyorum.
 
 M.A: Zaten sizinle   yapılan başka bir röportajda insanların çoğunun sevmediği işi yaptığı   bir dünyada kendi sevdiğiniz işi yapmayı bir şans olarak gördüğünüzü   belirtmişsiniz.
 G.Ö.A: Evet gerçekten öyle.   Herkesin zar zor kalkıp işe gittiği bir dünyada ben hem akademik anlamda   hem fotoğrafik anlamda kendi sevdiğim işi yapıyorum. Ben belgesel   fotoğrafçıydım, öyle ifade ediyordum kendimi. Şimdi sadece fotoğrafçıyım   diyorum.
 
 M.A: Merter Oral’dan laf açılmışken   O’na bir söz verdim demişsiniz ve o sözü hayatımın sonuna kadar aklımdan   çıkarmayacağım demişsiniz.  Ben bu sözün ne olduğunu merak ettim.
 G.Ö.A: Merter hoca benim için inanılmaz bir insandı. O hep benim bir adım   öteye gitmemi, yurt dışına gitmemi, orada birazcık eğitim almamı ve   kimliğimi bir üst noktaya taşımamı isterdi. Yurtdışına gitmem için   elinden geleni yapardı. Zaman zaman arayıp, “bak şurada bir burs var   istersen başvur” filan diye bana yardımcı olmaya çalışırdı. O öldükten   sonra bunu gerçekleştirdim. Bir de O’nun öğrettiği dürüstlük, yaptığın   işi inanılmaz sevmek, mükemmelliyetçilik gibi bir takım değerler O’nun   bende bıraktığı izlerdir. Ve O çok genç yaşta aramızdan ayrıldı. Belki   O’nu ülkemizde tanıyan çok az sayıda insan var ama keşke birazcık daha   yaptıklarıyla, başardıklarıyla kendini biraz daha ön plana alabilseydi.   Çok mütaviziydi, kendini anlatmayı sevmezdi. Ben onun akademik ve   fotoğrafik anlamda bana bıraktıklarından devam ediyorum.
 
 M.A: Bir de herhalde hocanın vurguladığı, içinizden gelen şeyleri yapmaktı.
 G.Ö.A: Aynen öyle. Kafanda kalıplar olmasın, dünyaya hep başka türlü   bakabilmeyi öğren derdi. O zamanlar bunun ne anlama geldiğini   bilmiyordum ama şu an çok iyi anlıyorum. Hayatımın sonuna kadar da O’nun   söyledikleri hep aklımın bir kenarında olacak. Mesela zaman zaman   O’nunla çatıştığımız bir takım noktaları farkediyorum. O’nun bütün   yazdıklarını da bildiğim için bazen O’nun fikirlerine katılmadığım da   oluyor. Ama bu tamamen insanın kişisel ve düşünsel gelişimiyle doğru   orantılı bir durum. O bambaşka bir dünyada yaşamıştı, ben şimdi bambaşka   bir dünyada yaşıyorum.
 
 M.A: Sonra Merter hocanın   da etkisiyle siz yurt dışında burslara başvurmaya karar verdiniz ve Çek   Cumhuriyeti’nde AMU Üniversitesi’nin FAMU (Film and TV School of   Academy of Performing Arts in Prague) Fakültesi Fotoğraf bölümüne burslu   olarak kabul edildiniz.
 G.Ö.A: FAMU   özellikle Doğu Avrupa’da çok önemli bir okul. Karel Cudlin gibi önemli   isimleri ortaya çıkaran bir okul. Sinema ve fotoğraf alanında da   inanılmaz gelişkin. Başvuru esnasında portfolyo filan göndermek   zorundasınız tabi. Kabul edildiğimde inanılmaz şaşırdım.
 
 M.A: 2006-2007 yıllarında değil mi? Bir de bir parantez açayım. Dikkat   ederseniz röportaj sadece sergi ile sınırlı olsun istemedim. Amacım daha   çok sizi tanıtmak…
 G.Ö.A: Tabii memnun   olurum. 2006-2007 öncesinden bahsetmedim. Bu dönemde ne oldu, ne bitti.   2006’ya kadar Anadolu Üniversitesi Basın-Yayın bölümünü bitirdikten   sonra Anadolu Ajansı’nda çalıştım. Orada stajyer olarak foto muhabirliği   yaptım. Daha sonra Eskişehir’e döndüm. Orada da foto muhabirliği   yaptım. Ama bu meslek benim hayallerimden çok uzaktı.  Özellikle   Türkiye’de foto muhabiri olmak çok zor ve meşakkatli bir iş.   Hayallerinizin peşinde pek koşamıyorsunuz. Sadece rutin bir iş var ve o   işi yapmak zorundasınız. Eve döndüğünüzde gerçekten pestiliniz çıkmış   oluyor ve kendiniz için fotoğraf çekmiyorsunuz. Ben Ankara’da çalıştığım   süre içerisinde Kemal Derviş’i takip ettim. Yani tuvalete gitse   gidiyordum. Sonuçta sadece 2-3 portre fotoğrafı ya da el sıkışma   fotoğrafı ortaya çıkıyordu. Onun dışında yaptığımız çok fazla bir iş   yoktu. Yine de azimli ve istekliydim, haftada 6-7 gün çalışıyordum ama   sonra dönüp baktığımda çok da fazla bana bir şey katmadığını gördüm.
 
 M.A: Siz fotoğrafın daha çok sanat boyutuyla ilgileniyorsunuz sanırım.
 G.Ö.A: Sanat değil aslında. Tabii fotoğrafı bir sanat olarak görüyorum ama   benim yaptığım alanla ilgili çok fazla sanatla ilgili şeyler olmuyor.   Daha doğrusu artık fotoğraf sanattır, değildir diye tartışmaktan da   yoruldum yani. Artık bunu tartışmak istemiyorum. Ama ben fotoğrafı   bambaşka görüyorum. Söylemek istediklerinizi ideolojik olarak aktarmanın   bir yolu, kendinizi ifade etmenin bir aracı olarak görüyorum. Başka bir   yerlerde yaşanan hayatları fotoğraflama süreci içerisinde olmak   istiyordum.
 
 M.A: Sizin World Pres Photo geçmişiniz de var. Bu seminerden biraz bahsedebilir misiniz?
 G.Ö.A: O dönemlerde aynı zamanda World Press Photo seminerlerine seçildim. Bu   benim için büyük bir dönüm noktası oldu. Çünkü MAGNUM’dan Dabid Hurn,   Contact fotoğraf ajansından Robert Pledge, Corbis’ten Maria Mann gibi   çok ünlü ve saygın insanlar geldiler. Bunlar arasında benim için çok   önemli iki kişi vardır. Robert Pledge ve David Hurn. 6 aylık   periyotlarla iki sene sürdü bu seminer. 3-4 günlük seminerlerin ardından   bir konu veriyorlardı. Bu konu temel bir konu olurdu. Bu temel konuya   uygun fotoröportajını yapabileceğimiz sipesifik konuları seçip   editörlere gönderirdik. Editörler kabul ederse fotoğraflarını çeker   gelecek seminere hazırlardık. Gelen editörler ve fotomuhabirleri ise   fotoğraflarımızı eleştiriyorlardı. Dünya basın fotoğrafından örnekler   veriyorlar ve bazı temel konular üzerinde tartışmalar yapıyorlardı.   Orada tanıştığım arkadaşlarım, şimdinin en iyi foto muhabirleri   arasında. Bu ortam benim zihnimi daha da açtı ve çalıştığım haber   ajansına gitmemeye başladım. Yalnızca kadın olmamdan kaynaklı bir takım   zorluklar da yaşadım. Fotoğraf ajanslarında genellikle erkekler vardır.   Kadın foto muhabiri almak istemezler. Ben foto muhabirliğine ikinci   kabul edilen kadındım. Seneler önce, 1980’lerde bir kadın kabul edilmiş.   Okulda bitirme tezi olarak yaptığım cezaevi çalışmamı referans   göstererek ajansa başvurmuştum. Oradakiler bu çalışmamı görünce   şaşırmışlardı.
 
 M.A: Cezaevi serginizden biraz bahseder misiniz?
 G.Ö.A: O benim okulu bitirme tezimdi. Açık cezaevindeki mahkumları   fotoğrafladım. Bu çalışma benim fotoğrafa bakışımı şekillendiren   şeylerden biri oldu. Şimdi dönüp baktığımda bazı açılardan yavan kalıyor   ama yine de benim yolumu açan bir çalışmaydı. Fotoğraf ajansına kabul   edilmemi sağladı, önümü açan bir çalışmaydı. Ajansta kadına dönük   ayrımcılık, kadından foto journalist olmaz ayrımcılığına direnmeye   çalıştım ama en sonunda yapılan bir hak yeme karşısında bu işin bana   göre olmadığını anladım. Bu nedenle ajansı bıraktım. İyi ki de   bırakmışım. Çünkü fotoğraf servisinde kalmak için elimden geleni   yapsaydım istediğim çizgide ilerleyemeyecektim. Şimdi inanılmaz başka   bir noktadayım.
 
 M.A: Daha sonra Akdeniz Üniversitesi’nde çalışmışsınız.
 G.Ö.A: Evet, ajanstan sonra Akdeniz Üniversitesi’nde çalıştım. Akdeniz   Üniversitesi’nde bir sınav açıldı. Aklımda hiç akademisyen olmak yoktu.   Ben hala büyük bir ajansta foto muhabiri olmak istiyordum. Sabah, Zaman   ve Star gazetelerinden teklifler aldım. Bunların hiçbirini kabul   etmedim. Çünkü gerçekten gazete piyasası inanılmaz kötü. İnsanın etini,   kemiğini, her şeyini sömürürler. Hiçbir şey de vermezler. Kendi   yaratıcılığınızı da ortaya koyamazsınız. O yüzden bu sınav ilgimi çekti.   Merter hoca haber verdi. Sınava girdim, kazandım. Orada asistan olarak   çalıştım, enterasan deneyimlerim oldu.
 
 M.A: Sonra   yurt dışı bursu ve Çek Cumhuriyeti’ndeki FAMU Fotoğraf bölümünde   geçirdiğiniz bir yıl var. Bize biraz oradaki sanat ve fotoğraf   ortamından, deneyimlerinizden bahseder misiniz?
 G.Ö.A: İnanılmaz büyüleyici bir ortam. İnsanın gerçekten özgürleşmemesi için aptal olması lazım.
 
 M.A: Bir de her yerde bir sanat etkinliği olduğuna göre demek ki insanlar da buna ilgi gösteriyor.
 G.Ö.A: Kesinlikle öyle. 1900’lerin başında Çek’lerin ulusal tiyatrosu yanmış.   İnsanlar bu duruma çok üzülmüşler. İnsanlar o yoklukta, kendi aralarında   para toplayıp tiyatrolarını yaptırmışlar. Çünkü onlar için tiyatroya   gitmek bir ritüel. Her hafta sonu, sabah-öğlen-akşam matineleri var.   Hafta sonları smokinler, güzel saten elbiselerle tiyatroya gitmek halka   kadar inmiş. Her şehirde bir tiyatro var. Tiyatro binaları o kadar   özenle yapılmış ki, bizim burada sadece valilik binaları, askeriye   binaları filan çok özenle yapılır. Orada bir askeri asla sokakta   göremezsiniz, polisi bile zar zor görürsünüz. Hatta polis olmayı   özendirmek için televizyonda reklamlar döner.
 
 M.A: Fotoğrafa karşı nasıllar?
 G.Ö.A: Fotoğraf zaten Çek Cumhuriyeti’nde inanılmaz bir ekol. Fotoğraf   tarihinde Çek ekolü diye bir ekol vardır. Çek ekolü, bizim klasik   anlamda bildiğimiz belgesel fotoğraf anlayışından biraz daha farklı.   Saudek ile başlayan Koudelka ile devam eden Magnum tarzı fotoğrafçılar   da var ama Çek fotoğrafı kendini diğerlerinden ayırır. Klasik   kompozisyon anlayışı yoktur, flu fotoğraflar vardır, fotoğrafın   gerçeklikle ilgisi sorgulanmaz. Bizim burada hala fotoğraf sanat mı,   gerçekliğin kopyası mı gibi şeyler tartışılırken artık bu tür   kategorizasyonlar kalktı. Örneğin basın fotoğrafçılığının realist   öğelerden oluşması gerektiğini düşünürsünüz ama o kadar sürrealist   öğeler vardır ki. Hayatta insanın başına gelmeyecek şeyleri   fotoğraflayabilirsiniz. Çok özgürler yani. İlla şöyle yapmalısın, böyle   çekmelisin diye bir şeyleri yok. Benim gittiğim okulda da hem teorik hem   fotoğrafik açıdan bu anlatılıyor. Birinci sınıfa başladığınızda temel   fotoğrafı bildiğiniz kabul ediliyor. Asla size diyafram nedir, örtücü   şudur gibi şeyler anlatılmıyor. Bunları bildiğiniz varsayılarak   atölyeler ve seminerler üzerinden gidiyor çalışma. Liseler de bile   fotoğraf dersi var. Artık siz düşünün yani. Düşünsenize, benim   konuştuğum Çek arkadaşların babalarının evinde karanlık odaları var. Bu   insanlar bu işi amatörce yapanlar, profesyonelleri siz düşünün.   Fotoğrafa inanılmaz değer veriyorlar, her kafenin bir sergi bölümü var   mesela. O kafede siz de bir sergi açabilirsiniz. İnsanlar oturup her ay   değişen fotoğrafları izleyebilirler.
 
 M.A: Herhalde   sizin orada geçirdiğiniz sürenin fotoğraf anlayışınıza da kaçınılmaz   bir etkisi olmuştur. Çünkü genel olarak çalışmalarınıza baktığımızda   belgeselci bir anlayış varken daha sonraki süreçte mesela “Şeyler” diye   bir çalışmanız var, bu çalışma biraz daha soyutlamaya kaçmış. “Screen”   isimli çalışmanız daha soyut, daha flu portrelerden oluşuyor.
 G.Ö.A: Evet, belgesel üzerinden soyutlamalar yapmaya çalıştım. Kendinizi o   kadar farklı hissediyorsunuz ki, Türkiye’de öğretilen ise aman şunu   şöyle yap, altın oranla çekmelisin, aman perspektif şöyle olmalı, biçim   çok güzel olmalı. Türkiye’deki bütün derneklerde böyledir aslında. Hep   biçim, içeriğin önüne geçer. Güzel gün batımı fotoğrafı çektiğiniz an,   siz iyi fotoğrafçı olmuşsunuzdur. Ama bu böyle olmamalı. Tek bir   fotoğraftan kişi fotoğrafçı olmaz. Ben birine iyi fotoğrafçı diyebilmem   için O’nun seri fotoğraflarına bakarım. Bir öyküleme yapmış mı, nasıl   yapmış? Türkiye’deki yarışmalarda herkes tek fotoğraf gönderir, birinci   olmayı bekler. O kadar saçma geliyor ki bana. Dünyada artık böyle tek   fotoğraf üzerinden yarışma yapılmıyor. Herkes artık seri fotoğrafa önem   veriyor. Siz kurgusal işler de yapsanız, seri fotoğraflar göndermek   zorundasınız.
 
 M.A: Seri fotoğraftan söz açılmışken   internette “The Life” adlı seri fotoğraf çalışmanızı gördüm. Burada   sudaki bir adamı fotoğraflamışsınız. Burada doğum ve ölüm ikilemini mi   anlatmaya çalıştınız. Bana biraz bunları çağrıştırdı.
 G.Ö.A: Orada ölüm yok aslında. Orada tamamen doğum ve yaşam var. Ben kendimce   hikayeler yazıyorum kafamda. “Subtopia” diye bir şey yaptım mesela.   İngilizce Suburb’un ‘Sub’, Utopia’nın ‘topia’sının birleşiminden   oluşuyor kelime. Avusturalya’lı bir yazarın “Subtopia” adlı kitabını   okuduktan sonra gelişti bu iş. Varoşlar, banliyö anlatılıyor ama bunun   felsefik bir tarafı var. Ben de duvar yazılarını, afişleri filan bir   araya getirip bir şeyler yaptım ve tamamen o fotoğraflardan bir seri   oluşturdum. Aslında var olan fotoğraflara başka başka öyküler   yazabilirsiniz.
 
 M.A: Ben o fotoğraflara bakarken   sizin düşüncelerinizi yakaladım diyebilirim. Çocuk suyun içinden çıkıyor   yavaş yavaş, suyun içinde cenin halini almış gibi…
 G.Ö.A: “The Life” çalışması, Balkanlarda, Makedonya’da çektiğim bir   fotoğraftı. Çok tesadüfen karşılaştığım çocuk orada bir şeyler   yapıyordu. Çekerken o kadar heyecanlandım ki. O anın hayatı imgelediğini   fark etmiştim. Kurgusal bir çalışma değildi. Tamamen belgesel bir   fotoğraftı. Çocuğa hiç müdahale etmedim. Şurda dur, böyle yap filan   demedim. Tamamen o çocuğun su altında yaptığı akrobasi hareketleriydi   bunlar.
 
 M.A: Ama yine fotoğrafa kendi öznel gerçekliğinizi koydunuz.
 G.Ö.A: Tabii ki koydum. Bunu başkası bambaşka bir şekilde sunabilirdi.
 
 M.A: Benim çok beğendiğim bir şey ifade ettiniz. Belgesel fotoğraf aslında fotoğrafçının öznel gerçekliğidir.
 G.Ö.A: Kesinlikle doğru.
 
 M.A: Belgesel fotoğraf genellikle böyle algılanmaz. Daha çok nesnel gerçeklik olarak algılanır.
 G.Ö.A: Bu anlayış 1960’larda kaldı artık. Nesnel gerçeklik nedir Allah aşkına.   Biz laboratuara girip deney mi yapıyoruz? Eğer insanla uğraşıyorsanız,   bu sosyal bilimlerde de böyledir, nesnel gerçeklik diye bir şey yoktur.   Bu anlayış ülkemizdeki kafaların pozitivist felsefeden sıyrılamadığının   en büyük göstergesidir. Bizim eğitim sisteminden kaynaklanıyor aslında.   Bu sanat alanında da bilim alanında da böyle. Bir sosyal bilimci,   toplumsal araştırmaları matematiksel verilere dayandırıyor. Bu nasıl bir   anlayış, anlamakta güçlük çekiyorum doğrusu. Saha araştırması yapmadan,   katılımcı gözlem veya derinlemesine görüşme yapmadan siz iki çarpı iki   eşittir dört diyebilir misiniz sosyal bilimlerde.  Tamam, bazı   noktalarda bunu diyebilirsiniz ama bazı noktalarda bunu saha   araştırmalarıyla desteklemeniz lazım. Fotoğraf da böyle bir şey.
 
 M.A: Bir de kendi dünya görüşünüzle de beslemeniz lazım. Nesnel gerçeklik   dediğimiz şey binlerce öğeden oluşuyor. Sürekli bir enformasyon var   yaşamda. Bunları ayıklamak, neleri çekip neleri çekmeyeceğini,   fotoğrafçı kendinden yola çıkarak belirlemek zorunda. Zaten var olanın   aynısını ortaya koyuyorsanız, siz bu tartışmaya girmek istemiyorsunuz   belki ama sanat da olmuyor aslında ortaya çıkan şey, olsa olsa   kaydedicilik olur.
 G.Ö.A: Yorumsuz fotoğrafı   dükkanların önündeki kamera kayıtlarının yapabileceğini ifade eden   Sekula’nın bir sözü vardır. Arkasında göz olan, arkasında insan olan   hiçbir şey nesnel gerçekliği ortaya koyamaz. Çünkü fotoğrafçının   geçmişi, kültürel özellikleri, ideolojisi, eğitimi, cinsiyeti var.   Cinsiyet de bir kimlik olabilir. Fotoğraf tarihinde cinsiyeti ön plana   çıkaran, kadın olmayı ön plana çıkaran o kadar çok feminist fotoğrafçı   var ki. Cindy Sherman’dan tutun da Jo Spence’e kadar çok sayıda   fotoğrafçı, kadın fotoğrafçı olmalarından dolayı çalışmalarında kadın   merkezli çalışırlar. Daha ideolojik yaklaşan insanlar olabilir. Bu artık   böyle yani, bu bir propaganda değil. Eugune Smith’in çok güzel bir lafı   var. “Fotoğrafçı nesnel olmaz, fotoğrafçı dürüst olur.”
 
 M.A: Serginize geçmeden önce Gülbin Özdamar’ı özetlemek gerekirse, siz nasıl bir fotoğrafçısınız?
 G.Ö.A: Mesela bu son yaptığım “Intimate revolt” projesinde ben kadın kimliğim   üzerinden kendimi sorgulamak istedim. Ben kimim sorusunu sordum. Bu   projenin çıkmasının temel nedeni buydu. Diğer bir örnek ise çingeneler.   Nasıl yaşıyorlar, merak ediyorum. Onlarla birlikte olmak istiyorum. Ben   çok duygusalım ama güçsüz değilim. Bunalıma girdiğim de şöyle bir şey   yapayım, içe döneyim gibi şeyler yok bende. Kendimi belgeselci veya   başka bir şeyci diye kategorilere sokmak istemiyorum. Belgesel yaparken   neden estetik değerlerden yararlanmayayım veya kurgusal işler yaparken   neden belgeselden yararlanmayayım? Benim için her zaman neye rahatsızlık   duyuyorum sorusu ön planda olur. Çünkü yaşadığınız şeyler insanın   sorgulamalarına neden oluyor. Benim ilgimi çeken ne varsa antenlerim   açılır. Mesela çingeneler, bu insanlar nasıl yaşıyor, bunu merak   ediyorum, bu insanların içinde yer almak istiyorum. İnanılmaz görkemli   bir tiyatro binası gördüğümde bunun içinde olmak istiyorum. Oradaki   tiyatro anlayışı nedir, ne değildir, merak ediyorum. En son Ankara yolu   üzerinde bir fabrika gördüm. Geceydi. Hep es geçmişim orayı. Çünkü hep   gündüz geçiyordum oradan. Orası inanılmaz geldi bana. Otobüsü durdurup,   atlayıp oranın içinde olmak istedim. Ama bunu yapmam imkansızdı. Bu tip   duygulanımlar çoktur bende. Orada olmayı, ne olursa olsun orada olmayı   isteme duygusu.
 
 M.A: Benim fotoğrafla yoğun   olarak uğraşan insanlarda gördüğüm bir şey var: Çok fazla fotoğraf   gözüyle düşünmekten ve bakmaktan dolayı yaşanan şeye yabancılaşma   duygusu. Sizde o yabancılaşma duygusu kırılmış sanki. Çünkü gördüğünüz   şeye ilişkin ilk başta bir duygu oluşuyor. Onun fotoğrafik değerinden   çok duygularınızla hareket ediyorsunuz.
 G.Ö.A: Ben orada olmalıyım. Benim temel sorunum bu. Bu bir sahne de olabilir,   sahne arkası da olabilir, bir çocuk kulübü veya bir fabrika da olabilir.
 
 M.A: Çektiğiniz fotoğraflar ancak bunun bir   sonucu olabilir. Yoksa ben bir sergi çıkartayım diye o mekana aylarca   gidip çekip yapmak değil.
 G.Ö.A: Asla. Benim   amacım sergi açmak değil. Bir kere sergi açmak mastürbasyondur. Önemli   basın fotoğrafçıları sergi açmayı pek sevmezler. İte kaka açarlar. Çünkü   onların bilincinde fotoğrafı yayınlatmak vardır. Bilmiyorum   paylaşmaktır asıl olan ya da aktarmak istediğini aktarmaktır. Ben   akademik çalışmalar yapıyorum mesela. Kişisel ve karma çok sayıda sergi   açtım. Ulusal medyada çıkan bir kitabımız vardı “Uygun Adım Medya” diye.   Orada benim “Savaş ortamlarında foto muhabiri olmak” diye bir makalem   vardı. O makaleyi gördüğümde sergidekinden daha çok heyecanlandım. Çünkü   sergiler yerine ulaşmıyor. Sanat eleştirmenleri yok, fotoğraf   eleştirmenleri yok, olsa da sadece lekeleme ve karalama yaklaşımları   var, bir sanat felsefesiyle değerlendirmiyorlar. N’oluyor, herkes   alkışlıyor sizi, sonra çekip gidiyorlar.
 
 M.A: Mesela çingene çocukların sergisini yaptınız. Siz öteki diye   nitelendirilen, aslında ezilmiş bir sınıfı anlatmaya çalışıyorsunuz.   Bunun içinde bir başkaldırı da var aslında. Bu dünyayı değiştirmeye   yönelik, sesinizi duyurmaya yönelik fotoğrafı araç olarak kullandığınız   bir durum var. Ama bunu sunduğunuz kesim, bir sergi salonunda o dünyaya   tamamen yabancı, sadece o fotoğraflara bakarak Öteki’ye dokunan ve   fotoğraflara baktıktan sonra da tekrardan o dünyanın sorunlarına   kapılarını kapatan bir kitleden oluşuyor. Müzik ve şarap eşliğinde   ezilen çingeneler izlenip, ah vah denilip tekrardan eski uzak yaşama   geri dönülüyor. Bu bana garip bir çelişki gibi geliyor. Bu sorun nasıl   çözülür, sokak sergileriyle mi olur, daha başka sergileme araçları mı   kullanılır diye üstünde düşünülmesi gereken bir konu bence.
 G.Ö.A: Bence Türkiye’deki en büyük sorun bu. Çek Cumhuriyeti’nde bir   organizasyonun desteğiyle yaptık. Türkiye’de maalesef bu tip sosyal   projeleri destekleyen vakıf vb. organizasyonlar yok. Sivil toplum   örgütleri yeterince güçlü değil. Ama Avrupa’da böyle değil. Sivil toplum   örgütleri çok güçlü ve bir fotoğrafçıya sosyal projeler için inanılmaz   destekler veriyorlar. Sonuçta halk da bu tip projeleri destekliyor.   Sivil toplum örgütlerinde çalışan insanlar var. “Social worker” diyorlar   bunlara, Avrupa’nın her yerine, başka başka ülkelere gidip   çalışabiliyorsunuz. Hem çalışıyorsunuz hem para kazanıyorsunuz.   Üniversitelerin toplumsal hizmet uygulamaları denen bölümleri var.   İnsanlar oradan mezun oluyorlar, sivil toplum örgütlerinde çalışıyorlar.   Bunlar kurumsallaşmış yapılar, Türkiye’de böyle bir şey olmadığı için   ne sanatçı ne de fotoğrafçıyı destekleyebilecek bir mecra yok.   Fotoğrafçı tek başına bir şey söylemeye çalışıyor. Fotoğrafçının tek   başına olduğu günümüzde toplumsal değişimi yaratmak bir ütopyadır.   Fikret Otyam’ın bir şeyleri değiştirdiği dönemler geçti.
 
 M.A: Zaten hiçbir toplumsal değişim de tek başına bir insanın çabasıyla olmamıştır.
 G.Ö.A: Zaman zaman bunun dışına çıkılabilir. Fikret Otyam mesela, GAP   projesinde çok büyük etkilerde bulunmuştur. Fotoğraf tarihinden   biliyorsunuz Lewis Hine, Jakop Riis  gibi fotoğrafçılar gerçekten   toplumsal belgeci anlayışın öncüleridir. Onlar 1930’larda bazı şeyleri   değiştirmişlerdir. Türkiye’de bunu yapabilen bir tek Fikret Otyam   vardır. Bunun dışında gerçekten o kadar zor ki.
 
 M.A:    Gelelim “Intimate Revolt” adlı serginize… Bu serginizde 10 kadın   fotoğrafçı, kendi öz portleriyle, kendilerinden yola çıkarak bir şey   ifade etmeye çalışıyorlar. Nedir ifade edilen şey sizce? Bize biraz bu   sergiden bahseder misiniz? Serginin oluşum süreci nasıl oldu?
 G.Ö.A: Bu proje bir kadın ve bir fotoğrafçı olarak bir kimlik sorgulamasıydı.   Kentte yaşayan bir kadın fotoğrafçıydım, eğitimliydim ve eleştirel   düşünceye inanıyordum. Kimlik sorgulamasını bu çerçevede yapmak   gerekiyordu. Herkesin ortak mağazalardan giyindiği, ortak yemek   kültürünü paylaştığı bir dünyada gerçekten biz birbirimize mi   benziyorduk? Yani, her birimiz farklı ülkelerden geliyoruz ve kendimizi   fotoğrafla ifade ediyoruz. Fotoğraf ayrılmaz bir parçamız. Hep   başkalarını, olayları, kavramları anlattık fotoğraflarımızda, şimdi ise   kendimizi anlatmalıydık. Farklı kültürlerden geliyor olmamız bizi ne   kadar farklılaştırıyordu? Din, dil, irk, kültürel birikimlerimiz ne   kadar önemliydi kendimizi tanımlamamızda? Ya da küreselleşmeden sıklıkla   bahsettiğimiz su günlerde hepimiz birbirimize mi benziyorduk acaba? Biz   gerçekten küresel bir köyde mi yaşıyorduk?  Yani yaratılmış bir kimlik   var da bütün dünya bunu mu sorguluyordu? Proje bir soru işaretiyle   başladı ve bu kimlik sorgulaması büyük bir projeye dönüştü. Okuduğum   okul FAMU projeyi destekledi. Daha sonra kendimle birlikte 7 daha   fotoğrafçı seçtim ve çalışmalara başladık.
 
 Ben bu projeyi   oluşturduktan sonra Eskişehir’e dönmek zorundaydım ve sonra bir mail   grubu kurduk. Onlarla iletişimi ancak bu şekilde sağlayabiliyordum.   İnternet üzerinden fotoğraf ve bilgi paylaşımımız oldu ve herkes   birbirinin editörü oldu. Çoğu şeyi ben organize ettim. Tüm katalog,   poster, afiş baskı işleri Prag’da projeye dahil iki arkadaşım tarafından   yapıldı. FAMU tüm sergi masraflarını karşıladı. 4 Aralıkta sergiyi   açtık. 7 Aralık'da ise experimental happening adlı bir gösteri yaptık.   Fotoğraflarımızı projeksiyonla yansıttık, gösteri canlı müzik ve dans   eşliğinde gerçekleşti. Prag’dan sonra Slovenya’da da bir sergi açtık ve   sonra sergiyi Türkiye’ye getirdik. İlk önce İstanbul Hafriyat Karaköy’de   Şubat’ta, 7 Mart’da da AFSAD’da bir sergi açtık. Proje hala devam   ediyor. Amacımız bu sergiyi grupta bulunan tüm arkadaşlarımızın kendi   ülkelerinde sergilemesi.
 
 M.A: Neden öz   portrelerden yola çıkıldı? Kadını ve içinde yaşanılan kültürü anlatmanın   farklı biçimleri de olabilirdi? Bu serginizde tercih edilen anlatım   biçiminin özel bir anlamı var mı?
 G.Ö.A: Fotoğraflarda fotoğrafçıların self-portreleri var. Herkes kendini   fotoğrafladı yani. Bir kadın ve fotoğrafçı olarak nasıl hissediyorsak,   hayatla ilgili çelişkilerimiz neyse, ya da toplumlarımızın dayattığı   baskıları üzerimizde nasıl hissediyorsak öyle fotoğraflar ürettik. Bence   bir fotoğrafçı için objektifin önünde olmak zor ancak ilginç bir durum.
 
 M.A:  Sergide kadın fotoğrafçılar kendi öz   portrelerini çektiler dediniz. Ama hep bir hüzün, sanki olmayana bir   özlem var. Bu hüznün kadın olmanın getirdiği sorunlarla bir ilgisi   olduğunu düşünüyor musunuz?
 G.Ö.A: Fotoğraflara yansıyan bu sorgulamayı izleyicilerin takdirine bırakıyorum.
 
 M.A: Sergide farklı kültürlerden gelen kadınların, aslında bir anlamda   farklı yaşanan hayatlarından kesitler de bulabiliyoruz. Ancak sanki   özünde ortak bir dil de var. Bize biraz bu farklılıklar ve   ortaklıklardan bahseder misiniz?
 G.Ö.A: Herkes doğduğu toplumun tarihi ile birlikte büyümüş. Yaşanan onca olay   hepimize dolaylı ya da dolaysız etkilerde bulunmuş. Azerbaycanlı   arkadaşımla, Amerikalı arkadaşımın fotoğraflarının aynı olması   beklenemez. Örneğin o daha çok kendi üzerinden bir sorgulama   gerçekleştirdi ben ve Azerbeycanlı arkadaşım toplumsal baskılar, ülkenin   elinde barındırdığı kaynakların kişilere yansıması gibi vurgular   üzerinde durduk. Benzer noktalar da vardı elbette. Şehirliydik,   eğitimliydik, dünyayı tanıyorduk. Sınırların önemsizliği, gidilen farklı   ülkelerle ve tanışılan arkadaşlarla daha da artmıştı. Hepimiz için bu   böyle. Yani istediğimiz zaman farklı kültürler tanımak için   gidebiliyoruz. Özellikle kendi toplumumuz içindeki kadınları   düşündüğümde biz gerçekten şanlı bir noktadayız.
 
 M.A: Bu keyifli söyleşi için teşekkür ederiz.
 |