|
|
Siirtli Süpermen, "Çoşkun Aral" |
Müjde Bilgütay |
|
"Şah'ın oğlu, ben ve Süpermen, Kruschef'e karşı savaşıyorduk. O dönem 60'lar, füze krizi, Komünizm umacısı, tehlike..."
Müjde Bilgütay
Bir uçaktasınız. İstanbul'dan kalkıp Ankara'ya gidiyorsunuz. Sakin bir yolculuktan sonra menzile varacak, bu arada siz hostesin getirdiği tatsız tuzsuz çayla avunacak, belki biraz uyuklayacaksınız. Ama birden, nereden çıktığı belli olmayan silahlı dört adam uçağı, İslamiyet adına ele geçiriyor ve siz Ankara'ya inmeyi beklerken, uçağın yönü İran'a çevriliyor. Ne yapardınız? Sizi bilmem ama Coşkun Aral ayağa kalkıyor, "Pardon, ben gazeteciyim. Sizinle ropörtaj yapmak istiyorum" diye olaya giriyor. Sene 1980. " Ya ben bu olaya her zaman çok şaşırmışımdır," diyorum. Haberci'nin Reşitpaşa'daki binasında, Coşkun Aral'ın yayına hazırladığı kitabı "Savaş" için hazırlanan Sezen Aksu'nun seslendireceği videoklibin montajına bakıyoruz birlikte. "Korkmadın mı? Tabii bir gazeteci için ne büyük fırsat ama, değerlendirmek..." Biliyorum, kaçırılan bir uçağın içinde, teröristlerle sıcağı sıcağına ropörtaj yapmak, gerçek bir kriz anında insanları görüntülemek, yolcuların hayatını ve kendini tehlikeye atma riskine girip, elinde çok değerli bir makara fotoğrafla uçaktan sağ salim inmek düşüncesi, her habercinin karnını tatlı tatlı ağrıtabilir. Kendime "haberci" diyemem ama, benim karnım bile ağrımıştı. "Teröristler değil, yanımda oturanlar dövüyordu beni, öldürteceksin bizi diye". Bu olay, Coşkun Aral'ın hayatındaki dönüm noktasıydı. Dünyada ilk kez kaçırılan bir uçağın içinde ropörtaj yapan gazeteci olarak SIPA Press'in Fransa muhabirliğini aldı.
Ben yapabilir miydim? Mesleğimi hayatımın önüne koyup, böyle bir riske girebilir miydim? Konuştukça gördüm ki, Coşkun Aral, özel yaşamını, aile sevgisini, aşkı ve hatta hayatını ikinci plana atıp, sadece "habercilik" için yaşayan bir adam. Zaman zaman adeta katılaşan bir hırsla, Siirt'ten yola çıkmış, yürümeye devam ediyor.
Çocukken ne olmak isterdin?
Çocukken mesleğinden etkilendiğim dayım vardı; doktor, rahmetli. Onun gibi doktor olmak isterdim ama hastayı hastanede kabul eden doktor değil de, gezgin doktor. Katır sırtında, bazen yürüyerek köy köy dolaşan, sağlık hizmetiyle hastanın ayağına gitmekten mutlu olan, hatta mutsuzluk belirtileri gösteren ailesini bile fırçalayabilen bir adam... Öyle bir adam. Gezgin tarafı çok ağır basıyordu.
Bizim gibi toplumlarda insana verilen değer, ne yazık ki, çıkara endeksli oluyor. Yalakalığa fazla prim veren bir yapımız var. Bize veren hep iyidir; bizden alanı sevmeyiz. Bu Doğu'nun insanının kaderi; belki yoksulluğun kaderi. İyi adam dediğiniz zaman, mutlaka size birşey sunan adamdır. Birşey öğreten değil, birşey veren. Maddi birşey. Açlığınızı gideren... Veren. Ben, bana birşey verilmesinden ziyade, vermeyi, yardıma muhtaç kişiye vermeyi, yardıma muhtaç doğaya vermeyi, yardıma muhtaç canlılara vermeyi tercih etmişimdir. O yüzden kafamda ilk beliren meslek, doktorluktu. Siirt'ten -okumak için- İstanbul'a geldim. Siirt'teki yaz tatillerim sırasında çıraklık yapmış olduğum bir mahalli gazete vardı; Mücadele gazetesi. Çok farklı işlerde çıraklık yaptım ben. Kilim dokudum, battaniye dokudum, birkaç haftalık berberliğim bile var. Hatta bazen saçlarımı kendim keserim. Ama hoşuma giden, mürettiphanedeki mürekkep, onun kağıtla buluşması, o tersten dizilen kurşun harfler ve yazının, az okuyucu olmasına rağmen, insanların yüzünde yarattığı ifade, o ifadenin bazen öfkeye dönüşmesi ve yazan kişinin dükkanının yakılması, hakarete uğraması, itilip kakılması, hapse atılması... O yüzden o meslek de bana saygın görünmeye başladı. Çok değerli ustam, Siirt Mücadele gazetesinin sahibi Cumhur Kılıççıoğlu, ki şu anda hâlâ aynı gazetenin başında, beni gazeteciliğe heveslendiren ilk insan o oldu. Doktor dayım ve gazeteci ağabeyim Cumhur Kılıççıoğlu... Hem doktor olacak hem de gazetecilik yapacaktım; oradaki olayları insanlara aktaracaktım.
Kahramanların var mıydı? Masallardan ya da çizgi romanlardan özendiğin karakterler...
Süpermen olmaya çok özendiğim dönemler vardı. Gerçi o zamanlar Süpermen çizgi romanları pek kolay bulunmuyordu ama... İşte Baltalı ilah Zagor, Tommiks, Texas gibi çizgi romanların arasında bir de Mister No vardı mesela ama, şehrin konumu, coğrafyası farklı, başka şeylerle buluşturuyordu bizi. Basıldıktan dört gün sonra bize zorla ulaşan gazetelerin dışında şeyler... Benim ikici mekânım olan, yine çok sevgili ustam, Siirt gazetesinin kurucularından, şehirde gazeteciliği başlatan rahmetli Emin Kılıççıoğlu'nun gazete bayii. Siirt'in tek kitabevi, dergi ve gazete bayiiydi. Kütüphane gibi bir yerdi. Kuzenlerimle birlikte, hiç çıkmazdık oradan. Dergilerle haşırneşir olmam o zaman başladı. İlk Doğan Kardeş aboneliğim o zamandır. O gördüğüm, baktığım, okuduğum çizgi romanlardaki kahramanların yerine geçtiğimde, beni çeken, zordaki insanın yanında olmak, zordaki insana destek olmaktı. Zorda olmak...
Garip arkadaşlar belirlemiştim kendime. O zamanlar Hayat dergisinde çok konu edilen, bize çok yakın olduğunu hissettiğim Şah ailesi... İran kapı komşumuz, Siirt kaçakçılığın çok yoğun olduğu bir bölge. (İran'dan gelen) Çay bardaklarının altındaki tabaklarda eskiden Süreyya'nın resmi varken, birden Farah Diba'nın resimleri konulmuştu. Araştırdım, bunlar neyin nesi diye. İşte Şah'ın ailesi, sonra benim yaşıtım olduğunu okuduğum Rıza, onun Hayat dergisinde çıkan ropörtajları, kayak yaparken, ata binerken filan... İran bize çok yakın ve çok büyük bir güçtü. Gerçi o zamanlar JFK çok gündemdeydi. Kruschef'e karşı savaşan bir koruyucu büyücü gibiydi Amerika. Amerika'yla tanışmamız çok garip olmuştu. Siirt'e, bizim okulda hiç sevmediğimiz, süt tozu ve soya yağı karıştırılarak yapılmış sandöviçler geliyordu o sıralarda.
Marshall yardımı?
Marshall yardımı. İşte kafamda bir Amerika, bir İran, İran Şahı'nın yaşıtım olan çocuğu... Hep başka dünyalarla ilişki kurmayı düşlerimde yaşıyordum. Şah'ın oğlu, ben ve Süpermen, Kruschef'e karşı savaşıyorduk. O dönem 60'lar, füze krizi, Komünizm umacısı, tehlike... Bir fabrikamız vardı; un fabrikası. Askeri ihtiyaçlara yönelik çalışıyordu. Ordunun un ihtiyacını sağlamada kullanılan bir tesisti. Askerlerin denetiminde buğday kamyonları gelirdi. Biz kuzenlerimle kamyonların üzerine çıkar, siloların üzerine atlardık. Askerlerle haşırneşir olduk, silahlarla tanıştık. Bir köpeğimiz vardı; Reşo. Bir soygun girişimi sonucu öldürülmesi, ilk kez mermiyle tanışmama neden oldu. Kafasına kurşun sıkmışlardı hayvanın. Orada ilk kez bir canlının yaşamına bir insan tarafından son verilmesi durumuyla karşılaştım. Çok etkilendim, kafamda çok büyüdü. Sonra gezgin, gazeteci, doktor, başka dünyalarla bağlantılar kuran Süpermen derken İstanbul'la tanıştım. İstanbul'u annemin anlattıklarından biliyordum zaten. Sevdim İstanbul'u, hayalimdeki İstanbul'la özdeşleştirdim.
Şimdi seviyor musun İstanbul'u?
Seviyorum. Hâlâ seviyorum da, sevdiğim anları farklı. Mesela dün gece çok hoş diye tanımlanan bir mekânda, gürültü ve keşmekeş içinde, insanların ellerinde bardaklarla ne konuştuklarını anladıkları ne de rahat ettiklerini sandığım bir ortamda bulunmak savaşı verdim, saat üçlere dörtlere kadar. Zaman kaybı.
Konuşmamızın teması "başarı" olduğuna göre, başarıyı senin nasıl tanımladığını merak ediyorum.
Öncelikle mutlu olmam. Biz farklı ortamlara gidiyoruz. İnsanın insanla ya da insanın doğayla mücadele ettiği, yeri geldiğinde, tehlikeli bölgelerde olduğu gibi, canını ortaya koyduğu yerlere; insanların coşkusunun, mutluluğunun adeta katılaşıp karşımızda olağanüstü bir plastik sanat eseri şeklinde belirdiği yerlere gidiyoruz. Bazen bu coşkular, eğlenceler, ritüeller öyle bir düzeye ulaşıyor ki, birdenbire karşınıza bir sanat abidesi çıkıyor. Öyle yerlere gidiyoruz ki, bir yanda mutluluğun resmi, diğer yanda mutsuzluğun resmi. Acının da, mutluluğun da müziğe, insanların yüzlerine, kültürel etkinliklerine yansımaları var. Biz bunları aktarmaya çalışıyoruz. Kaçta kaçını aktarıyoruz, onu bilemeyeceğim. Ama bir nebze aktarıyoruz. O bir nebze bile, bu mesajı ulaştırmayı istediğimiz kitleye gidiyorsa, mutluyuz. Çoğunluk, hedef kitlemiz. Yani entellektüeller, bu işin uzmanları ya da aydınlar değil. "Vasat" tabir edilen, bizim için yüzde 60, yüzde 70, yüzde 80 olan bir kesit. Onun anlayacağı dilden, onun literatürüyle sunmaya çalışıyoruz. Amacımız bir akademisyeni mutlu edecek yoğunlukta bilgiler vermek değil; olayla hiç ilgisi olmayan bir insanı haberdar edebilmek.
Geriye dönüp baktığında, kendini başarılı buluyor musun peki?
Bu Davut ile Goliath'ın çatışması gibi. Bir dev ve bir minik adam... Hacim olarak düşünürsek, imkansız. Şimdi burada akılcı düşünmek lazım. Kurnazlık ve zeka gibi çoğu insanda var olan özellikleri işin içine katmamız lazım. "Hakkımızı alamıyoruz" olayına girmek istemiyorum. Hakettiğimizi bir şekilde alıyoruz. Daha iyisi mutlaka olabilir. Doğrusu, daha iyisini yapmaya çalışmaktır. Bu da ekip işidir. Ben bugüne kadar bir foto-haberci olarak, başka ölçeklerde başarıya ulaştım. Bir kuşak için, bir foto muhabirinin en büyük başarısı Time'a kapak olmaksa, oldum. Life'ta ropörtajının çıkmasıysa, çıktı. Geo dergisinde çıkmasıysa, çıktı. İkibine yakın konu yapmaksa, yaptım. Şimdi kollektif bir çalışmayla birşeyler yapmaya çalışıyoruz ama ekip, doğal olarak, homojen değil. Ekibin ortak bakış açıları var ama, sadece açılar bunlar. Burada sizin birikiminizle, geçmiş tecrübelerinizle onlara destek olup, sizinle birlikte yuvarlanmalarını sağlamanız gerekiyor. Türkiye bilgi toplumu olmadığı için, zor. Biz daha fazla ilgi toplumuyuz. Bize yakın, aynı şeyleri düşünen insanları toplamak da mesele, onları aynı yola sokmak da mesele, o yolda ilerlemelerini sağlayacak minimum mutluluktan pay almalarını sağlamak da mesele. Bizimki gibi bir program tutmazmış gibi bir hava estiriliyor. Oysa pekala da tutuyor. Aldığımız en önemli eleştiri, geç saatte yayınlanmamız. Şu anda Türkiye'de 400 program yapılıyorsa, biz ilk 100'ün içinde ortalardayız. Eh, bu bile gösteriyor ki insanlar, eğer uykuları iyice bastırmadıysa, bizi izliyorlar. Bu başarı motivasyonunun ilk aşamasıdır. İkinci aşaması, ekip ruhu. Üçüncü aşaması, bunun teknik donanımı. Dördüncü aşaması, daha fazla mücadele edip, yeni programların oluşmasına destek olup, onlarla yarışmak. Son aşaması, böyle bir programı salt Türkiye'deki 66 milyon ya da Türki Cumhuriyetler'deki 100 milyona değil de, altı milyarlık dünya nüfusunun hiç olmazsa bir milyarına ulaştıracak düzeye çıkartmak. Afrika'da, Hindistan'da, Tanganika'da izlenir hale getirmek. Bunun örnekleri var çünkü. Ama biz o hale gelir miyiz; bilmiyorum. Pesimist değilim. Beş yıl önce, Haberci fikri ilk ortaya atıldığında da, hiç tutmaz deniyordu.Halk cahil, halka inmek gerekir, halk bu tür şeyleri sevmez...
Ne kadar yanlış birşey ama, değil mi? Halk neden anlamasın ki? Halk diye senden benden ayrı, renksiz, kokusuz bir kütle mi var?
Ben zaten "halka inmek" tabirine karşıyım. Halkın içinde bir kişi, eğer kendi işinde uzmansa, ben ona "çıkmalıyım".
"Keşke"lerin ya da "şimdiki aklım olsaydı" dediğin şeyler vardır mutlaka...
Elimde olan "keşke"ler var. Elimde olmayanlar da var. Keşke 14 yaşından itibaren dile ağırlık verseydim. Keşke üniversitedeki tercihimi farklı yapsaydım. Ben tıp bekledim, giremedim. Keşke iletişim ağırlıklı bir bölüm bitirseydim; akademik olarak da donansaydım. Keşke ilk yurtdışına çıkışım 20 yaşında değil de 15'imde olsaydı.. Oraya gidip köşeyi dönmek ya da rahata kavuşmak için değil, nerede olduğumu daha iyi anlamak için. Amerika'ya gittiğimde mesela, bir sinek gibi duvara çarptım. Keşke daha önce çarpsaydım!
Kaç ülke gördün?
150'nin üzerinde. Klasik gezgin gibi değil tabii; bir görme biçimiyle gidiyoruz. O ülke halkının bile farkedemediği detaya iniyoruz.
O zaman Türkiye'ye de daha objektif bir gözle bakabiliyorsundur.
Türkiye'ye değil ama insanına... Tabii hiçbir zaman böyle bir bilgelik düzeyine ulaşamadım. Bilgi donanımım hiçbir zaman bir akademisyen kadar değil; öyle bir donanımım olsa zaten çok daha farklı işler ortaya koyardım. Teori yönüm zayıf. Ama zaman dediğimiz şey bana yetmiyor. 24 saatin dört saati uyku olsa, geri kalan 20 saat yetmiyor. Beyin yıpranması çok fazla. Gittiğiniz her ülkede, sizinle birebir ilişkiye giren on kişinin de dünyasına girmek zorundasınız. O on kişinin kelime dağarcığını alıyorsunuz, yediği yemeği, ailesini, oturduğu yerin sorunlarını... Birdenbire hiç tanımadığınız uzak uzak coğrafyalarla ilgili öyle bilgilerle doluyorsunuz ki, sırası geldiğinde çok yakın bir arkadaşınızın ismini bile unutabiliyorsunuz. Bütün bunlar işin riski. Ben Fransa'dayken, meslekte belli bir olgunluğa geldiğimde bana birtakım kurumlar maddi destek olup, gel bilmemne üniversitesinde öğrencilere deneyimlerini aktar, 15 gün konuğumuz ol, kitabına destek olalım, seyahatlerine destek olalım, para verelim, hatta öğrenciler arasından bir tanesini seç, iki yıl üç yıl sağ kolun olsun gibi bir zihniyet vardı. Ben para vermiyordum; bana para veriyorlardı. Burada, açık söylüyorum, asistanımla daha yeni yeni sağlıklı bir çalışma ortamına girebildim. Yok öyle kavramlar bizde. Çünkü beklentiler çok farklı. Altyapı, üstyapı, bütün kurumlar, televizyon, medya, aileniz, karınız, kocanız, çocuğunuz size, bir an önce araba sahibi ol, bir an önce refahtan payını al deyip duruyorlar.
Benim sorduğum, biryığın ülke içinde bizim nerede durduğumuzdu. Biz burada "içeridekiler" olarak, kendimize uzaktan bakamıyoruz...
Ama işte bütün bunlar gösteriyor ki, dünya üzerinde Türkiye, ne üretime, ne bilgiye, ne kültüre, oluşması süreci içinde sabır göstermeyen bir ülke. Mesela Jhonnie Walker Black Label 12 yıllık bir viski. Türkiye'de bunu üretecek sabır yok. Fabrikayı kuruyoruz, herşeyi hazırlıyoruz ama sistem bir türlü işlemiyor. İmalatçı diyor ki, bizim kullanacağımız ürün bu. Ürünün bu fıçıda altı ay kalması lazım ki rengini alsın; şu fıçıda bilmem kaç ay dinlenmesi lazım ki tadını versin. Aman boşver şimdi, iki ay beklesin çıksın dediğin zaman anlamı kalmıyor. Üretilen içki 12 yıllık bir Black Label olmuyor.
Herşey iyi, güzel de, yalnızlıktan korkmuyor musun?
Evlenip çoluk çocuğa karışmak, yaşlandığında ya da hastalandığında sana bakacak birilerini garantilemek filan? Süreki yalnızlığa alıştım artık. Kronik bir yalnızlık içindeyim. Çünkü değer yargılarım, içinde yaşadığım toplumunkilerden farklı. Mesleğim, geniş bir zaman dilimi içinde olup biteni sürekli izlemeyi gerektirdiği için, sürekli aktif haldeyim. Televizyonda gece saat birde birşey görsem arabama atlar ofisime gelirim ve buradan çıkıp başka bir yere gidebilirim. Hafta sonu ailemi ziyaret edeceğim yerde, iki söyleşiye katılıp birkaç kişinin daha kafasında soru işaretleri oluşturmayı tercih edebilirim. Aynı kafa yapısına sahip insanların az bulunduğu bir ülke olduğu için burası, beni yalnızlığa itiyor. Ortak renklerimiz oluyor bazı insanlarla ama, zaman paylaşımında paralellik olmayınca, ister istemez yalnız kalıyorsun. Değerler de farklı.
Ama çok zor birşey bu.
Zor tabii.
Değer mi peki?
Değer. Değer çünkü, birilerinin de bu seçimi yapması lazım. Bu alternatif çok az kişi tarafından seçilir bir toplumda. Burada camcıyken Amerika'da cam üzerine eğitim görüp, dünyanın en güzel camlarını yapabilecek bir adamın ülkesine dönmesi gibi. Eğer hakikaten cam sunumunda bir sorun varsa, o adam köşesinde kalır ve yeni camcıların yetişmesine yardımcı olamaz; o bilgiyi aktaramaz. Habercilik de öyle. Şu anda milyonlarca genç haberci, iletişimci, televizyoncu, medyacı olmak istiyor. Ama genç kızların büyük bölümünün gözü Televoleler'de. Böyle programlarda görünüp, toplumda "ilgisel" saygınlıkla biryerlere gelme çabası içindeler.
Foto-muhabirliğin geleceği kalmadı diye bir geyik var şimdi...
Geleceği var ama gerçekten sevenlere var. Gençlerin büyük bölümü Televoleler'e layık gösteriş tüketimine yönelmiş durumdalar. Bir anda televizyon sunuculuğu enflasyonu oldu; köşe yazarlığı enflasyonu oldu. Köşe yazarı olduğunuz zaman, birine çamur atıp cevabına muhatap olmamak gibi bir lüksünüz var. Hesap soran yok. Çünkü yargı doğru dürüst işlemiyor. Meydan kolaycılara, ucuzculara kaldı. Böyle bir ortamda Jeanne D'arclar'a demiyeyim ama Don Kişotlar'a ihtiyaç var. Ben de Don Kişot olmaya kararlıyım.
Dünyanın en güzel ülkesi hangisi sence?
Bakışına göre değişiyor.Bir hafta önce Kapadokya'daydım. Bugüne kadar peri bacalarını hep yeryüzünden görüyordum. İçlerine girdiğimde muhteşem şeyler keşfettim. Dünyadaki benzerleriyle kıyasladım. Balonla dolaştım. Güneşin doğuşu muhteşem. Ama bir minicik bölge. Geçen sene Nemrut'ta Vivaldi'yi dinlerken olağanüstüydü. Hoşap Kalesi'nde, gökyüzünün yeryüzüyle buluştuğu o görkemli coğrafya... Her gittiğim yerde duyduklarım farklı. Türkiye diyorum ama Hindistan'a da gidince bunları keşfedip, görebiliyorum. Hoşlanmadığın yerler diye sorsan, belki...
Peki, öyle sorayım...
Tarihin, geçmişte yapılmış uygarlık izlerinin iyi korunduğu yerlerde kısa süre kalıyorum. Avrupa ülkelerinin başkentlerine gittiğim zaman... Mesela Kopenhag'a iki gün, Londra'ya dört gün (dayanabiliyorum). Paris'e, vergi ödemek zorunda kalmadığım müddetçe, her zaman...Bir Floransa, bir Roma, uzun bir zaman. İspanya'nın güneyi, Sevilla, Granada müthiş. Kahire, İstanbul, Beyrut, tarihi günlük yaşamla birleştiren şehirler. Ruhsuz şehirleri sevmiyorum. NewYork'ta Manhattan bambaşka. Ama Manhattan dışında Amerika'da olmak istemem. Manhattan'daki hız, beyinlerin birbirine sürterek çıkardıkları enerji başka hiçbir yerde yok. Çünkü Amerikalı değil hiçbiri.
Ya dünyanın en güzel kadınları?
Her kadın güzeldir... Bakımlı kadınlar var; karşısındakini etkilemek için kendilerine daha çok özen gösteren kadınlar var. Kafiristan'a gittiğim zaman Kalaş kadınlarını gördüm. İnanılmaz makyajlar yapıyorlar. Ege'deki ünlü bağbozumu şenliklerindeki kadınların benzerleri. Hem erotik dansları hem de fiziksel gösterişleriyle, çok çekiciler. Olağanüstü bir çekicilik ama yanlarına yaklaşamıyorsun. Çok kötü kokuyorlar.
Niye kokuyorlar?
Yağlıyorlar kendilerini. Çok soğuk olduğu için hayvan yağlarını karıştırıp vücutlarına sürüyorlar. Alışıyorsun bir süre sonra ama Allah kocalarına sabır versin. Bir Japon Geyşa'sındaki, bir Thai kadınındaki çekicilik... Bu, erkeğine kul köle olması gibi birşey değil. Çiftlerin birbirini tanımasında ve tanıtmasında destek olan kadınlar. İlişkide kadının üstlendiği görev daha fazla. Bunun bilincinde olan, erkeği hem koruyacak hem cezbedecek hem de kendini ona daha iyi kabul ettirecek, daha fazla düşünen kadınların bulunduğu yerleri seviyorum. Bunun içine bakım da giriyor, davranış biçimi de, görsellik de giriyor. Batıda kadınların gösteriş açısından yeterli formasyonu, malzemesi var ama ruhen...
Feminen değiller...
Değiller. Karşılık bekliyorlar. Alışveriş gibi. Anneyle çocuğu arasındaki ilişki karşılıksızdır. Kadınla erkek arasında da böyle olmalıdır. Kadın erkeğine çocuğu gibi bakar. Batılı bir kadınla sürekli beraberliği hiç düşünemiyorum.
Seninki gibi bir hayat tarzıyla, sürekli bir beraberlik kurmak zaten zor.
Zor ama düşünebilirim. Zor olduğunu biliyorum. Henüz böyle bir kadın bulamadım. Arada aşk olur, etkilenme olur, çekim olur filan ama, önemli olan birbirlerinin açıklarını kapamaları. Konuşabilecek çok şeylerinin olması. Çekicilik tabii ki önemli; çok önemli ama tek başına yetmez. Konuşacak ve paylaşacak şeylerinin olması gerekli. Konuşacak ve paylaşacak şeylerinin büyük bölümü, yaptıklarıyla doğru orantılı. İşlerinin birbirini tamamlaması halinde, beraberlik daha uzun olacaktır. İşte tamamlayıcılık olunca, kaybetmekten korkmaya başlıyorsun. Çok sevdiğin bir mesleğin var; bu mesleğinde seni tamamlayan, destek olan bir insan...Evet beraberliğimiz yürümüyor, anlaşamıyoruz, huzursuzuz ama, onu kaybedersen, mesleğin sekteye uğrar. O zaman biraz daha zaman ayırıyorsun, sabır gösteriyorsun. Türkiye'de en büyük sorunumuz bu. Sabırsızız, zaman veremiyoruz, kendimizi zamana bırakamıyoruz ve suçu kendimizden ziyade başkasında arıyoruz.
Müjde Bilgütay
|
|
|
Ziyaretçi Sayısı:1001097
|
|