Yolun Kenarında
*Kış 2015
Çok kıraç olmasa da, o Ege’nin kendine has makilik dokusunun kuruluğu ile bezenmiş yolun iki yanı, göz alabildiğine. Daha aşağılarda ölmez ağaçları, zeytinler seçiliyor. Üzerinde olduğunuz asfalt yolun varlığı o “uzaklardaymış” hissine kapılmanızı engelleyen tek şey. Yolun iki yanı tepelik. Sağ taraftaki tepelerin ardında ara sıra mavi Ege görünüyor uzaktan. Güneş parlıyor. Ege kamaşıyor. Bir virajı aldığımızda karşımıza çıkıyorlar. Yolun solunda, yamaç ile yol arasında kalan bir iki metrelik taşlık şeridi kısa mola yeri tutmuşlar, çıktıkları uzun yolculukta. Yolun tam kenarında yüzlerinin kuru kavrukluğuna inat boncuk gözleri ile geçen araçları merak ve biraz da ürkekçe izleyen, mavi kısa yağmurluklu iki çocuk, birbirine sokulmuş oturuyor. Hemen arkalarında karalar içinde yorgun bir kadın, iri bir taş parçasının ucuna ilişmiş, sanki oturduğu yer pek de geçiciymiş ve birazdan kalkıp gidecekmişçesine çocukları izliyor. Kadının solunda kalan küçük alanda pantolonları ıslak iki yorgun adam uzanmış uyukluyor, biri gözünü açıyor arada, gelip geçen arabaların sesinden rahatsız.
*Kış 1919 Uzakta puslu arka planda görünen kalabalıkça bir grup insan bize doğru yürümektedir. Kimisinin elinde bavullar, kimisinin ise çıkınlar vardır. Hepsi iyice giyimlidir; paltolu, ceketli, gömlekli, şapkalı, kasketliden çok. En önde, yanında bir kadın ve iki çocukla yürüyen kırk yaşlarındaki adamın kravatı da vardır. Islak toprakta bata çıka nehrin kıyısına yaklaşırlar. Sonra, sanki nehrin karşı kıyısından kendilerine birisi seslenmişcesine aniden durur bu insan topluluğu. “Hey! Kimsiniz? Nereden geliyorsunuz?” Öndeki adam cevap verir, “Biz Yunanlıyız. Odesa’dan gelen mültecileriz.” O öyküsünü anlatırken yanında duran kız çocuğu arada erkek çocuğunun elini arayıp tutmaya çalışmaktadır. Adam devam eder: “Oğlumun yanında duran kız bizim değil. Onu o karmaşa içinde bulduk. Belki adını duymuşsunuzdur Puşkin Caddesini. Orada durmuş annesinin cesedi üzerinde ağlıyordu.” Sonra kamera yavaş yavaş aşağıya hareket eder, insanların nehrin üzerindeki yansıması kadrajı doldurur. Ardından, insanlar figüratif değerlerini kaybedip birer lekeye dönüşene kadar netsizleşir görüntü. (1) Tarih hep insanların öykücüklerini barındırır ve onlardan oluşur. Ancak, giderek insanların bu öyküleri belirsizleşir ve onların potasında kaybolup gittiği topluluk öyküsü ön plana çıkar. Bu da giderek her türlü insan öyküsünü silen ve onların yerini alan efsanelere dönüşür.
*Kış 2015
Biraz önceki mola vermiş aileden birkaç kilometre ileride bir balıkçı kasabası. Mendirek, çekek yeri, koca bir kayanın üzerine inşa edilmiş bembeyaz minyatür bir kilise, teknesinde bu kış güneşinin altına oturmuş, ağlarının bir ucunu ayak parmaklarına takıp gerdirerek tamir eden balıkçı. Küçük bir kahve, bir taverna. Önünde dizildikleri ipte kuruyan ahtapotlar. Masalar pazar ayininden çıkıp ailece yemeğe gelenlerle yavaş yavaş doluyor. Sahil boyunca taşlı bir plaj uzanıyor. Duşları ve biraz tamir isteyen soyunma kabinleri ile yazı bekleyen. Kabinlerin ardında gri bir nesne görülüyor denize pek yakın. Yaklaştıkça bunun patlamış bir zodiac bot olduğu anlaşılıyor.
Arkada Ege, onun ardında Assos ve Behramkale. Adanın Türkiye ile en yakın noktası burası.
*Sonbahar 1949 Tahta kerevette kendinden geçmiş bir şekilde uzanan kadın odayı aydınlatan gaz lambasının titrek ışığında sayıklamaktadır: “Gardiyan… Hiç suyum yok. Sabunum yok. Çocuklarıma mektup yazacak kağıdım yok. Üniformalar değişiyor. Siz gri giyiyorsunuz. Gardiyan siyah giyiyor. Adım Eleni. Bir asiyi barındırdığım için buradayım. Beni nereye götürüyorsunuz? Gardiyan... Suyum yok. Sabunum yok. Çocuklarıma mektup yazacak kağıdım yok. Üniformalar değişiyor. Almanlar yeşil giyiyorlar. Sen Alman mısın gardiyan? Benim adım Eleni. Asiyi barındırdığım için buradayım. Beni nereye götürüyorsunuz? 1944'te insanlar meydanda kurtuluşumuzu kutlarken ben de oradaydım. (2) Beni nereye götürüyorsunuz? Üniformalar değişiyor. Sen İngiliz misin gardiyan? Bir kurşunun bedeli ne? Kanın bedeli ne? Bütün üniformalar aynı gardiyan. Gardiyan. Gardiyan. Suyum yok. Sabunum yok. Çocuklarıma mektup yazacak kağıdım yok. Beni nereye götürüyorsunuz? Benim adım Eleni. Yaralı bir gerillayı sakladığım için buradayım. Gardiyan ben sürgündeyim. Ben mülteciyim ve her yerden sürüldüm. Ben iskelede ağlayan üç yaşında bir kızım. Suyum yok. Sabunum yok. Çocuklarıma mektup yazacak kağıdım yok.” (3)
*Kış 2015
Limanda, gümrük sahasında onlarca insan yerlere oturtulmuş, yüzlerine kimisi beyaz, kimisi yeşil birer bez maske takılmış. İleride üst üste yığılmış gibi duran patlamış iki üç zodiac bot; kimi gri, kimi turuncu. İnsanların çoğu erkek. Aralarında kadınlar var tek tük. Kadınların olduğu grupların içinde çocuklar, genellikle küçük, beş ile on yaş arası. İkisi kovalamaca oynuyor. Anneleri onlara sesleniyor çok uzaklaşmamaları için. Gidecekleri yer yok zaten. Başlarında sahil koruma mensubu görevliler bekliyor, grimsi üniformaları ve kepleri ile.Bir iki gün içinde bulunacak ilk gemi ile gönderilecekler. Nereye? Mültecinin bindiği geminin pek istikameti olmaz aslında. Mesele onları “buradan” uzaklaştırmaktır. Bir yere varıp varamayacaklarına bakmaksızın.
*Kış 1999
“Evimiz” der adam, sigarasından derin bir nefes aldıktan sonra, elindeki şarap kadehini bırakmadan. “Sınırı geçtik, ama hâlâ buradayız.” Üzerinde bir şarap şişesi, iki boş tabak ve iki kadehin göründüğü tahta, çıplak masada gazeteci ile karşılıklı otururmaktadırlar. Arka planda iki katlı bir ranza vardır, gene tahta ve çıplak. Ve sorar “Evimize varabilmek için daha kaç sınır geçmeliyiz?” (4)
*Kış 2015
Suriye nüfusunun beşte biri ülkeyi terkedip mülteci oldu. Kalanın ise yarısından fazlası kendi ülkeleri içinde başka yerlere kaçıp yerleşmeye çalışıyor; onlar da iç mülteci. Angelopoulos sinemasının belki de temel direğidir göç, yolculuk, mültecilik. O zorla terkettirilen, gidilen yerlerde kurulmaya çalışılan ve dönüşte – eğer bir dönüş olacaksa – artık bulunamayan yuvanın aranması. Kitera’ya Yolculuk filmi ile Angelopoulos mültecinin ülkesine dönerek yuvasını araması temasını tüm ağırlığı ile izleyici önüne koyar. Belki de Homer’in Odysseus’u tekrar tekrar yaşanmaktadır Yunan tarihinde; örneğin 1922-23 yıllarındaki Anadolu’dan göç ve İç Savaş sonrası 1949 sürgünü ile. Homer’in Ulysses’i her göçmenin, her mültecinin ve her yolcunun öyküsüdür. Angelopoulos’un sevdiği şairlerden birine, Urlalı Seferis’e kulak verelim:
"Eski dostum, bir an dur ve düşün:
Yavaş yavaş alışacaksın. Senin nostaljindir o, toprağa ve insana
yabancı kanunları olan ülkeyi yaratan" (5)
1- Ağlayan Çayır (2004), açılış sahnesi.
2- Yunanistan’da 1944 Ekim ayında üç yıl süren ve çeşitli güçlerin dayanışması ile oluşan direniş savaşının ardından Alman işgali sona erer. Atina’da kutlamalar yapılır. Ancak, İngiliz askerleri ve hükümet güçleri tarafından kutlamalara katılanlara komünist direnişçiler hedef alınarak ateş açılması sonucu 28 kişi hayatını yitirir.
3- Ağlayan Çayır (2004), Eleni’nin monologu.
(1) 4- Leyleğin Havada Kalan Adımı (1991), politikacının gazeteci ile buluşması. 5- Mültecinin Dönüşü (1938)
|