Bir mercekten bakarak gerçeği yakaladığımız an, bütün algıların değiştiği andı. Zamanın akışına hiç bu kadar yakın olmamıştık ya da gerçekliğe hiç bu kadar dokunmamıştık. Önümüzde hem de gözümüzün önünde akıp giden anlardan istediğimizi seçip kaydediyor, sonra da saklıyorduk. İstediğimiz herhangi bir zamanda tekrar bakabilmek için her şeyi biriktirmeye başladık, albümler yetmemeye başladı, kendi hayatımızın kayıt işi bitti başkalarına merak saldık, onları dikizleyerek merceklerle kayıt altına alıyorduk. Bu durum kendimizi müthiş bir yaratıcı gibi hissetmemize neden olsa da asıl bizi heyecanlandıran şeyin gözetlemek olduğunu, hissettiğimiz suçluluk duygusu ile birlikte, kendimize itiraf edemediğimiz bir biçimde anladık. Çünkü bu “araç” gözün yerini çoktan almıştı ve göz herkesin görebildiği bir yere değil, sadece kendi için kaydederdi. Bu “araç” ise, herkes her şeyi aleni görebilsin diye gözün fonksiyonlarından daha fazlasını içermekteydi. En önemlisi de gözetlemenin meşruluğunu kazanmıştık artık. Bu da, kültürel olarak gözün, teknolojik ve toplumsal olarak bu aracın zaferiydi. Kaydettiklerimiz ister gerçeğin minyatürleri, ister gerçeğin yansımaları, isterse gerçeğin temsilleri olsun, ortada bir kayıt vardı ve bu kayıt bizim “ilahi gücümüzün” bir kanıtıydı. Bu kayıtlar, o gerçekliğe yüklediğimiz “nesnellik” iddiasından çok, hatta aksine “öznel” oldukları için bu kadar heyecan verici ve güç göstergesiydiler. Çünkü kamusal olanın görülebilirliği değil, özel ve kişisel olanın gizemliliğiydi herkesi cezbeden. Eğer gözetlenenler gözetleyenlerden habersiz olmasalardı, gözetleme yine de bu kadar büyük bir güce dönüşür müydü? Dönüşürdü. Çünkü gözetleyen zamanı ve yeri belirleyendi. Gözetleyen “araca” sahip olandı, gizliydi, maskeliydi. (Tıpkı maskeli tecavüzcünün “maskesi” gibiydi bu “araç”. Gazeteler “göster”di, maske daha korkunçtu tecavüzcüden. Hani adamın yüzünü kazısan, o beklediğimiz kötü adam çıkıverecekti, maskesine benzeyen, çirkin, iğrenç suret beliriverecekti. Ama "gerçek sureti” temizdi, saftı, güvenilirdi, insandı. Maskeyle birlikte içindeki canavarı ortaya çıkarmış, asıl kimliğine kavuşmuştu). Gözetlenen her ne kadar güçlü bir karakter de olsa, gözetleyenin yanında bir zavallıya dönüşmekteydi. Gözetlemek; bilmekti, kaydetmekti, saklamaktı, açıklamaktı, utandırmaktı, kazanmaktı. İşte bu yüzden gözün yerini alan araç, deliliğin ta kendisi. Varolma sebebi; delice bağlanılmış bir tutku. Bu durum elbirliğiyle geliştirilmiş, tutkuların üst üste yükseldiği, çoğaldığı bir çağda görüntülerin sözün yerini almasıyla bir çığ halinde yuvarlanan deliliğin bir göstergesi. Hepimiz hem bir adım yakın hem bir adım uzağız, hem içindeyiz, hem de dışında. Hem gönüllüyüz hem de mahkum, hem gülümseriz hem saklanırız. Gizemli değil mi tüm bu olanlar? Herşey birbirine geçerken, biz Benjaminvari bir tarih içinde ayrıntılardan oluşmuşuz. Photagogos lazım bize, bir nevi ışığa açılış. Her şey ışıkla başladı, bütün bu olanlar ışıkla yok olacaklar. Nereye saklayacağız bütün o görüntüleri, ya da nerede yok olacaklar. Işığa açılışın hangi anında parlayacaklar. Gözlerimiz bir gün tamamıyla açık kalacak, her yerde kaçışan görüntüler insafsızca beynimize dolacak, ve hatta gözlerimiz o aracın yerini alacak, zoom’layacak, iki boyutlu tüm kayıtlar ortadan kalkacak, delilik değil mi? 1800’lerdeki “delilik”, şimdinin tarihçisi. Günümüzün delisini kimse tasavvur edemiyor? Belki evinizi dürbünle gözetleyen komşunuz, belki sanal alemde dolaşan, size ağzından sular akarak bakan bir nickname, belki uydudan yaşadığınız sokağın görüntülerini yakalayan bir ülkenin astronotları, odanıza dinleme cihazı koyanlar, maskeli tecavüzcü... Delilik, sıradan insana yakışmaz, sıradan insan ancak gözetlenen olabilir. Gözetleyenler de, bir fantazmagoride yok olurlar. Peki gözetleyen de sıradansa asıl deliler kimler?
|