| |
1941 İstanbul doğumlu olan sanatçı, Türkiye’de FOTO-GERÇEKÇİLİK akımını ilk uygulayanlardandır.
İlk ve orta öğrenimini gördüğü TED (Türk Eğitim Derneği) Ankara Koleji’nde, ilk resim çalışmalarını Turgut ZAİM’le yapmıştır. Lise eğitimini tamamladığı ABD’nin başkenti Washington’da, resim öğretmeni soyut-dışavurumcu Leon Berkowitz (1911-1987) kendisini okulunun en iyi resim öğrencisi seçmiştir. 1960’ta Türkiye’ye döndüğünde, Güzel Sanatlar Akademisi (GSA, b.MSGSÜ) Yüksek Resim Bölümü’ne giren Koçak, bu kurumda önce Adnan ÇOKER, sonra Cemal TOLLU ve kısa bir süre de Neşet GÜNAL’la çalışmıştır. 1968’de mezun olmuş, 1970’te Milli Eğitim Bakanlığı’nın açtığı Avrupa sınavını kazanarak resim dalında uzmanlık eğitimi görmek üzere Paris’e gitmiştir. ENSBA’da (Güzel Sanatlar Ulusal Yüksekokulu) Jean Bertholle’ün (1909-1996) duvar resmine yönelik desen atölyesinde bir süre daha eğitim görmüş; bu yıllarda Avrupa’nın çeşitli müze ve galerilerini yakından izleme olanağı bulmuştur. “Fetiş Nesneler/Nesne Kadınlar” adlı resim dizisine 1974’te Paris’te başlamıştır. Aynı yıl İstanbul’a döndükten sonra, 1975-1981 yılları arasında İDGSA (e.GSA) Yüksek Resim Bölümü’nde, 2000-2001 arasında Marmara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Resim-İş Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak çalışmıştır. 1981’den beri serbest ressam olarak çalışmalarını sürdürmektedir.
Ödüller ve Burslar :
1960 "En İyi Resim Öğrencisi", Western High School, Washington DC, ABD
1970-74 Devlet Bursu, Paris, Fransa
1979 Başarı Ödülü, GSD/İSD "Türkiye Çocukları" sergisi
1981 Altın Madalya, 3. İstanbul Sanat Bayramı, "Yeni Eğilimler Sergisi" 1986 Mansiyon, DYO 20. Resim Sergisi, İzmir, İstanbul, Ankara
1992 Onur Belgesi, Western-Ellington Mezunlar Derneği, Washington DC, ABD
Hülya Küpçüoğlu: Çalışmalarınızda “gerçeğin görüntüsünün görüntüsünü” yapıyorsunuz. Genellikle hiperrealist sanatçılar, fotoğraf ile onun imgesi olan nesne arasındaki farkı en aza indirir. Siz de böyle bir yaklaşım içinde misiniz?
Nur Koçak: Başlangıçta evet, ama o tasadan giderek uzaklaştığım kanısındayım. Önceleri ele aldığım fotoğrafla, ondan yararlanarak yaptığım resmin birbirine çok benzemesini istiyordum. Yararlandığım fotoğrafa tümüyle sadık kalmaktı amacım. Giderek o tavır yerini daha öznel bir tavra bıraktı. Özellikle de kendi fotoğraflarımı çekmeye başladığım 1989’dan bu yana. Biraz da fotoğraflarla ilgili birşey bu. Bazı fotoğraflar çok iyi ve onlara fazla müdahele gerekmiyor; fakat bazılarıyla bir hayli oynuyorum. Bir takım şeyleri ayıklıyorum. Çalışmalarımdaki tonlar fotoğraftakinden bayağı farklıdır: Açıklar daha açık, koyular daha koyudur. Kendi çektiğim fotoğraflardan yararlanarak yaptığım resimlerde, birkaç fotoğraf üst üste bindirilmiştir. Fotoğrafta kusur olarak gördüğüm şeyleri düzeltmeye çalışırm, kısacası.
H.K.: Çalışmalarınızda “gerçeğin görüntüsünün görüntüsünü” yaparken bazen yalnızca “gerçeğin görüntüsünü” sunuyorsunuz izleyicilere. Tuvalin görselliği ve fotoğrafın görselliği hakkında ne düşünüyorsunuz?
N.K.: Birbirinden farklı olaylar diye düşünüyorum. Sonuçta fotoğraftan yararlanarak resim yapıyorsunuz. Fotoğraftaki herşeyi tuvale aynen aktardığınızda kusur gibi durabilir. Başlangıçta “Vivre” parfüm şişesinin üzerindeki pütürleri bile yapmaya çalıştım. Ama iş bittikten sonra o pütürler şişenin üzerinde leke gibi, pislik izi gibi durdu ve hepsini silmek zorunda kaldım. Yani fotoğrafın gerçeği başka bir gerçek, resim yapmak ise farklı bir olay. Örneğin; insan figürünü ele aldığınız zaman, figürün oranlarını değiştirmek zorundasınız. Çünkü resim yapıyorsunuz ve resmin kendi kuralları var; onlara uymanız gerekiyor. Ben İnsan figürü ile çok oynar, onu ideal konumuna getirmeye çalışırım. Orada artık ressamsınız ve resim yapıyorsunuz; elinizdeki fotoğraf yararlandığınız bir kaynak yalnızca.
H.K.: Bazı sanatçılar, kullandıkları fotoğraf ve yaptıkları resim arasındaki farkı en aza indirgemek için tuval üzerine fotoğrafın dia pozitifini yansıtarak resmin doğruluğunu kontrol ederler. Çalışmalarınıza başladığınız yıllarda ya da sonrasında böyle bir denetleme mekanizmanız oldu mu? Ya da var mı?
N.K.: Hiçbir zaman olmadı. Fotoğrafa çok bağlı kaldığımı iddia ettiğim zamanlarda bile olmadı. Ben yalnızca şunu yaparım; resmim bittikten sonra fotoğrafını çekip ikisini yan yana koyup kıyaslarım.
H.K.: Hiperrealistlerin çoğu başkaları tarafından çekilen fotoğraflardan yararlanırlar. Nedeni de, her türlü duygusallık ve kişisellikten arınma isteğidir. Siz, hem başkaları hem de kendiniz tarafından çekilen fotoğraflardan faydalanıyorsunuz.
N.K.: Başlangıçta ben de başkalarının çektiği fotoğraflardan yararlandım; çünkü o dönem, kadın dergilerinin reklam fotoğrafları ilgimi çekiyordu. “Fetiş Nesneler, Nesne Kadınlar” dizisi böyle oluştu. Sonra aile albümüne, kendi çocukluğumla ilgili fotoğraflara daldım. Daha sonra, bir gazetenin “Mutluluk Resimleriniz” adlı köşesine el attım ve bir dizi kartpostal ürettim. 1989’dan bu yana da kendi çektiğim fotoğrafları kullanıyorum.
H.K.: Bu tür yapıtların tamamlanması uzun zaman alır diye düşünüyorum. Siz bir resmi ne kadar zamanda bitiriyorsunuz?
N.K.: Resmin boyutlarına ve içeriğine bağlı olmakla beraber, ortalama 6 ay. Üzerinde üç yıl çalıştığım resimler de var. Sürekli olmasa da, dönem dönem çalıştığım üç yıl.
H.K.: Çalışmalarınızda genellikle kadın ve kadına dair şeyler yapıyorsunuz. Bu serginizde de belki figür olarak kadın yok ama imaj olarak var. Neden kadın ve kadına dair şeyler?
N.K.: Kadın olmanın getirdiği birşey bu. Başlangıçta, “Bir kadın olarak ben ne yapabilirim?” diye düşündüm. 1974 yılında “Vivre” parfüm şişesini çalışmaya karar verdiğimde; yakın çevremden, kullandığım nesnelerden ve kendi konumumdan yola çıkmalıyım diye düşündüm. Herhalde bu feminist bir tavırdı, ama o dönmede feminizmin “f” sini bile bilmiyordum. İçgüdülerim bana yol gösteriyordu yalnızca. Paris’te, tüketim toplumunun göbeğinde yaşıyordum. Çokça karıştırdığım dergilerde kadın neredeyse bir eşya konumundaydı. İçerik genç, güzel, bakımlı, cinsel açıdan çekici olun ve gerisine karışmayın diyordu sanki. Bunlar bana çok çarpıcı geldi. Kadının kullandığı nesneleri ve kadının nesne olarak kullanlmasını, bu bağlamda ele aldım. “Mutluluk Resimleriniz” dizisinde ise, kadını dışlayan bir dünyayı (erkeklerin dünyasını), birbirlerine sarılan ve çiçek tutan erkekleri, yaşadıkları çelişkileri dile getirmek istedim. “Vitrinler”e gelince; Orta Doğulu, Müslüman bir toplumun cinselliğe bakışını yansıtıyor, o dizi.
H.K.: Çalışmalarında kadın ve kadına dair şeyleri kullanan bir kadın sanatçı olarak Türkiye’de kadın sanatçı olmak nasıl bir şey?
N.K.: Türkiye’de gerçek sanatçının - erkek kadın ayrımı yapmaksızın - işi çok zor. Hatta erkek meslektaşların işi bize oranla daha da zor. Bir evi geçindirmenin, ekmek parası kazanmanın ağır sorumluluğu biniyor onların omuzlarına. Ve toplum onlara hepten deli gözü ile bakarken bizlere biraz daha hoşgörülü davranıyor, çünkü sanata ciddi bir meslek olarak yaklaşmıyor. Sonuçta; bir kadın ha örgü örüp iş işlemiş, dikiş dikmiş, ha resim yapmış, toplumun gözünde fazla farketmiyor. Belki de bu yüzden Türkiye’de kadın sanatçı sayısı Batı’dakinin çok üzerinde.
H.K.: Çalışmalarınızda cinsellik ya da kadının cinselliği ön planda, hatta sado-mazoşist bir vurgu da var…
N.K.: Sado-mazoşist giysiler sergileyen o vitrini ilk gördüğümde “Aman tanrım bu da ne?” dedim. Ben zaten beni şaşırtan, sorular sordurtan, güldürten şeylere eğiliyorum resimlerimde. Bu vitrine baktığımda da çok eğlendim. Tıklım tıklımdı vitrin. Çemberlere gerilmiş renk renk ve türlü türlü saten külotlar, tavandan tabana doğru bir şelale gibi akıyordu sanki. Kamçılar ve yapay deri giysiler aleni bir biçimde sergileniyordu. Batıda seks shoplar, kapalı kapılar ardındadır. Biz Doğulu, Müslüman bir ülkeyiz sözde; ama bunları ortalıkta ve de Beyoğlu’nun göbeğinde görebiliyoruz. Hatta duyduğuma göre; daha doğuya, Arabistana gidildiğinde daha da çılgınlaşıyormuş bu tür vitrinler. Bir ülkede cinsellik ne kadar bastırılıyorsa vitrinlerdeki tezahürü o kadar çarpıcı oluyor demek ki!
| |
H.K.: Neden vitrinler?
N.K.: Toplumu çok iyi yansıttıkları için. Ben başından beri toplumun beğenisi ile haşır neşir olan bir insanım. Vitrinler de toplumun beğenisini çok güzel sunuyor. Ayrıca vitrinlerin nasıl yerleştirildiği, aralara neler serpiştirildiği, vitrin dekoratörünün olaya nasıl baktığı ilgimi çekiyor. Toplumun aynası olarak görüyorum vitrinleri.
H.K.:Sergide çalışmalarınızı izlerken birden farklı bir kompozisyonla karşılaşıyoruz; bir duvara. Fotoğraflardan oluşturulmuş bir düzenleme yapmışsınız…
N.K.: Evet. Amacım, vitrini galeri duvarında yeniden kurmaktı. Tavandaki floresan ışıklardan zemindeki eşyaların sergilendiği platforma kadar peşpeşe fotoğraflar çekmiştim. Ve onlar birbiri üzerine biniyorlardı. Herbir karede bir sonraki karenin bir bölümü yineleniyordu. Vitrini olduğu gibi galeriye taşımaya çalıştım, kısacası.
H.K.: Çağdaş Türk resim sanatı hakkında neler düşünüyorsunuz?
N.K.: Bu zor bir soru. Olayın içindeki bir insanın nesnel davranması gerçekten zor. Türk resminin % 99’u dışavurumcu, fantastik gerçekçi, bence. Kendimi geriye kalan %1’lik bölümde görüyorum. İşlerim toplumumuz için fazla net, fazla açık seçik, fazla parlak. İzleyici böyle işler görmek istemiyor. Kendini zor ele veren, sisli puslu, örtük, gizemli olanı yeğliyor. O nedenle de çalışmaların büyük çoğunluğu dışavurumcu. Hatta ben olayı Bizans’a kadar götürüyorum. Bizans’ın entrikacı, karanlık yanı kendisini dilde de gösteriyor. Türkçede bir sözcük pek çok anlama gelebiliyor. Muğlaklık hem dilde hem sanatta yansımasını buluyor diye düşünüyorum. Çağdaş sanatçılarımız içinde hayli aykırı bir yerde durduğum kanısındayım.
|