Artıklar / Leftovers
Süregiden seri, 2008 – Ağustos 2008 tarihinde gün yüzüne çıkan “Artıklar” serisi, bu yazının yazıldığı tarih itibariyle sergilediğim en yeni, en son işlerimden oluşuyor. Seriyi şöyle özetliyorum: Modern insanın, tıpkı cinsellik gibi en temel hayvansal eylemlerinden biri olduğu halde, ehlileştirmek, ilkelliğini inkâr etmek için büyük çaba harcadığı, böylece yine cinsellikte olduğu gibi çevresinde olağanüstü zenginlikte bir kültür oluşturduğu beslenme gereksinimine çok yakından, yabancılaştırıcı bir bakış. Öteden beri, yani en başından beri, yani neredeyse 40 yıldır fotoğrafta yakın bakışın ilgimi çektiğini görüyorum. Artıklar serisi de, yine yakınlarda tamamladığım ve 2009 yılının ilk yarısında basılmış olacağını umduğum “TutKeep” başlıklı kitabım için yaptığım çekimlerin arasından sıyrıldı. Hatta, “Artıklar” serisinde yer alan bazı fotoğrafları “TutKeep”de de kullandım. Metinler ve fotoğraflardan oluşan kitabın en başından bir öz-alıntı yapmak istiyorum: Cebimde her zaman bir mercek taşırım. Nesnelere yakından bakmak hoşuma gider. Orada, başka, çok farklı bir kurgu var. Anlayamıyorsan, yeterince yakından bakmıyorsun demektir. Çok yakından baktığın halde anlayamıyorsan, fazla yakından bakıyor, artık onu hatırlamıyorsun demektir. İşte böyle... Yakın bakış çok şeyi değiştiriyor. Temiz olan kirli, kirli olan temiz görünüyor. Düzensiz düzenli, pürüzsüz pürüzlü, tehditkâr uyumlu oluyor. Bu tabii ki çok genel bir önerme. Yemek artıklarına ya da yemek kültürüne dönecek olursak, bu da haliyle herkes gibi beni de günde ortalama 1,5 öğün ilgilendiren bir konu. En çok ilgimi çeken de şu: Yemek servis edildiğinde, daha sonra “artık” hatta “çöp” tabir edeceğimiz, tabir etmekle de kalmayıp tiksineceğimiz her şey en baştan önümüze gelmiş oluyor. Yani, başından itibaren tabağımızdalar. Balığın kılçığı ve kafası, zeytinin çekirdeği, spagettinin sosu, biber turşusunun sapı, pirzolanın kemiği, muhtelif yağlar, jeller, tozlar, renkli ve bulaşıcı sıvılar. Hepsi ilk andan itibaren önünüzde ve gariptir ki oldukça iştah açıcı görünüyorlar. Ne var ki yalnızca dakikalar sonra, faydalı kısımların gövdeye indirilmesinin ardından tüm bunlar bakmaya tahammül edemediğimiz, mide bulandırıcı çirkin ayrıntılar haline geliyorlar. İşte bana öyle geliyor ki, ortaya çıkan çirkinlik aslında kendi çirkinliğimiz. Daha doğrusu, çirkin olduğunu düşünmeye koşullandığımız hayvan yanımız. Bu özelliğimizi, ne kadar reddetmeye çalışsak da esasen birer hayvan olduğumuz gerçeğini, en ilkel gereksinimlerimizden olan beslenme eylemi sırasında türlü “food-styling” numaraları ile ne kadar medenileştirmeye, ehlileştirmeye, kamufle etmeye çalışsak da, artıkların tasarımında başarı şansımız olmadığından, yaptığımız işin vahşiliği “tabak gibi” ortaya çıkıyor. Bir an önce bu can sıkıcı gerçekten kurtulmak, onu bir an önce siyah karanlık torbaların içine gömerek unutmak, tekrar steril ve âli insanlık halimize geri dönmek istiyoruz. İki istisna, su ve tuz dışında, yediğimiz ve içtiğimiz her şeyin eskiden başka bir canlıya ait olduğunu asla aklımıza getirmek istemiyoruz. “Artıklar” işte bu düşüncelerle, hayvanlığımızla barışmak niyetiyle ortaya çıktı. Yukarıda belirttiğim gibi, yeme eyleminin ilkelliğini örtbas etme çabası, tüm dünyada müthiş bir sofra kültürünün oluşmasına yol açıyor. Bu nedenle seri oldukça uzun süreceğe benzer. Günün birinde cesaretimi toplarsam, aynı durumda olan cinsellik kültürüne de yakından bakmayı düşünmüyor değilim. İyi seyirler.
Orhan Cem Çetin
Eylül 2008
|