| Çerkes Karadağ ile “YaşayanGaziantep” sergisi üzerine bir söyleşi 
  
 Röportajı yapan : Meryem AKKÖSE -Neden Gaziantep, bu fikir nasıl ortaya çıktı?
 
 Gaziantep   Önasya ve Anadolu arasında kendi tarihi boyunca bir köprü kenttir. Bu   köprü kent Hıristiyanlıkla  İslam’ın, kültürlerin ve belki de üretim   araçlarının geçiş noktasıdır. Kentin M.Ö. 4000’li yıllara uzanan tarihi   de bunu göstermektedir. Yüzyılımızın başında mimaride Gayri Müslim   etkilerin çokluğu da kenti sadece bir köprü yapmıyor, aynı zamanda O’na   çok kültürlü bir kimlik kazandırıyor. Bu çeşitliliğin bugün   sanayileşmeyle birlikte yaşadığını görmek, benim bu sergi projesini   ortaya koymamı sağladı. Diğer yandan bir bakıma kent fotoğrafçısı   sayılabilecek bir çalışma tarzım daha var. Örneğin “Büyülü Prag” kitabım   Prag’ı, henüz yayınlanmayan Budapeşte çalışmam ve Bir Kasabanın   Anatomisi: Mut ile “Yaşayan Gaziantep” kent çalışmalarıma bir örnek   sayılabilir.
 
 -Serginin adı neden “Yaşayan Gaziantep”?
 
 Gaziantep   Türkiye’de en hızlı sanayileşen kentlerden bir tanesi. Kontrolsüz   sanayileşmenin kültürel dokuyu da tahrip ettiği bir gerçek. Gaziantep   çok daha farklı bir örnek gibi geliyor bana. Bunun en iyi göstergesi de   şöyle söylenebilir: Kentli hem geleneksel yaşam biçimini sürdürüyor, hem   sanayileşme hamlesini yürütüyor, hem de günümüze direnen el sanatları   ve mimarisini koruyor. Elbette geleneksel değerler ile tarihsel dokunun   tarafında yer almam gerekiyordu. Bunlar yaşamaya devam ettiğine göre,   kanımca “Yaşayan Gaziantep” çok aykırı bir söz olmasa gerek. Çünkü tarih   ve kültür bir toplumun ruhundan gelen bir nidayı andırıyor.   Teknolojinin mekanikliği karşısında tarihi yapıtların ve geçmiş kültürün   sıcaklığından yana tavır almak gerekiyor. Yaşayan Gaziantep,   Gaziantep’in soluğunu hissetmemize bir neden olursa bundan sevinç   duyacağım.
 
 -Sergi öncesi nasıl bir hazırlık yaptınız? Gaziantep’in tarihine ilişkin bir ön araştırma süreciniz oldu mu?
 
 Yukarıda   söz ettiğim kentler hakkında peşinen hiçbir ön çalışma yapmadım. Bu   kentlere ilişkin heyecanı bir kenarda saklı tutmak amacıyla ve hiçbir ön   şartlanmaya girmeden Onları fotoğraflamak istedim. Gaziantep’e ilişkin   bilgilerim basmakalıp bilgilerden öte bir şey değildi. Asıl amacım bu   kentle yüz yüze gelerek, O’nu keşfetmek, kentin gizlerini adım adım   soluklayarak ortaya koymaktı. Bu benim için neredeyse vazgeçilmez bir   çalışma şekli. Kentler dinamik ve devinen varlıklardır. Bize çok boyutlu   seçenekler sunarlar. Ben bu seçenekleri hem rastlantısallığın   büyüsüyle, hem de kendi deneyimlerimin kararlılığıyla ortaya koymak   isterim. İlk karşılaşmalar ve ilk heyecanlara olan inancımı da belirtmek   istiyorum. Tıpkı bir aşk gibi. Bu ön yargısız bakmamızı sağlar. Biri,   birisini veya bir yeri tanımaya başladıktan sonra ilk büyünün o kadar da   güçlü olmadığını görürsünüz. Kentler benim partnerim. Onların hakkından   gelebilecek kadar seçenekleri görebileceğime inanıyorum. Gaziantep’te   de bunu yaşadım.
 
 -Basın duyurusunda yer alan “Yaşayan   Gaziantep” adlı açıklamanızda hem gözlemci hem de bir miktar muhalif   olduğunuzdan bahsetmişsiniz. Bunu biraz açabilir misiniz?
 
 Ben   dâhil bütün dikkatli fotoğrafçılar aynı zamanda iyi birer gözlemcidir.   Elbette gözlemci olmak, pasif bir gözlemci ve edilgin bir ruh halini   benimsemek değildir. Gözlem yapan kişi, dikkatli bir yorumcu ve   ayrıştırıcı bir göze de sahiptir. Bu çalışmamda, kentsel yoğunluklar   içinde ayrıntıların peşinde dolaştım. Tüm gözlemleme dikkatimi kentin   özgünlüğüne, farklılığına ve değişimin yarattığı karşıtlıklara   yönlendirdim. Amacım bir modern kenti çalışmak değil, bu kenti var eden   tarihsel ve kültürel değerlere odaklanmaktı. Bu bakımdan taraflı bir   tanığım ve elbette de muhalif bir görüşü benimsiyorum.
 
 -Gaziantep’ten   baktığınızda Türkiye’deki kentleşme sürecini nasıl yorumluyorsunuz?   Söylediklerinizden yola çıkarak modernizm ve geleneksel değerlerin   birbirine koşut olmadığı söylenebilir mi?
 
 Sorunuza   sondan başlayalım. Elbette modernizmin geleneksel değerlerle uyuşmadığı   varsayılır. Çünkü modernizm, sınırsız ilerlemeye işaret ederken   geleneksel olan ise sanki geriyi temsil ediyor. Bu varsayımın doğru   olduğunu bir an için kabul edersek; Fransa’da Fransızların, İngiltere’de   İngilizlerin, Japonya’da Japonların olmaması gerekiyor. Gelişmiş tüm   ülkeler bu gelişmişliklerini toplumun değer sistemleri üzerine inşa   ederler. Endüstrileşme bunları yok eden bir alternatif değil, bu   değerleri üreten ve çoğaltan bir araç görevi görür. Gelişmiş hiçbir   ülkenin kültür köklerinden koptuğunu göremiyoruz. Hâlbuki bizim gibi   ülkeler, yani endüstrileşme süreçlerini henüz yeni yaşayanlar, teknoloji   ve gelenek ikileminde teknolojiye büyük prim veriyorlar. Geçmişin   köhne, eski ve işe yaramaz olduğu varsayılıyor. Bilim ve teknolojinin   aslında bir kültürü iliklerine kadar hissetmiş bir toplumda olması   gerekiyor. Biz ise yeni mega kentleri ve sanayileşmiş Anadolu kentleri   yaratırken, ülkemizde büyük bir coğrafyayı tüm kültürel değerleri ve   uygarlığıyla boş, gereksiz ve işe yaramaz gibi görüyoruz. Ne güzel ki   Anadolu yalnızca bir tanedir. O’nu Anadolu yapan 10.000 yıllık köklü   kalıcı kültürdür. Ne güzel ki biz bu kültürün bir parçasıyız farklı   renklerimizle.
 
 Türkiye’deki kentlerin kontrol edilmez bir akına   ve yağmaya uğradığı açıktır. Ancak bunun yanı sıra bir kent bilincinin   oluştuğundan da söz edebiliriz. Bu bilincin neferlerini çoğaltabilirsek,   kentler yalnızca devlet tarafından korunan yerler değil, bilinçli   yurttaşın da söz sahibi olduğu yeni yaşanır mekânlar olacaktır. Kentler   hepimizin ortak evidir ve bu eve ortak bir sahiplenme bilinciyle tüm   toplumu inandırabilirsek, inanıyorum ki dünyanın orta yeri olan Anadolu   eşsiz bir ülke olacaktır.
 
 -Bundan sonra da başka bir kent çalışması yapmayı düşünüyor musunuz?
 
 Yıllardır   sürdürdüğüm “Su Kıyısı Uygarlık Kentleri” dizisinin iki kentini   fotoğrafladım. Buradaki temel amacım, Dünya ortak kültürünü yaratan   büyük uygarlıkların su kıyısında kurulduğuna tanık oluyoruz ve ortak bir   Dünyalılık bilincine ulaşmanın yolu, birbirleriyle özdeş olan bu   kentleri gözaltında tutmakla mümkündür. Bu evrensel kültürün beşiği olan   bu kentlerden Prag ve Budapeşte’yi çalıştım. Hedefim San Petersburg,   İstanbul, Bağdat, Kahire ve yeni Delhi’yi çalışmaktır.
 
 -“Yaşayan   Gaziantep” sergisi Çerkes Karadağ’ın Balerinler ve Portreler gibi   alışık olduğumuz tarzının dışında bir tema. Bundan sonrada Çerkes   Karadağ’ı farklı temalar ve yeni açılımlarla mı göreceğiz.
 
 Bir   fotoğrafçı olarak, kariyerim sayılabilecek belli başlı bazı temalardan   söz edebiliriz. Örneğin Nüler, Balerinler ve Portreler. Bu konuların   tümü bütünlüklü konular ve benim uzun yılarımı almışlardır. Bir konu   saplantım yoktur elbette. Kent fotoğrafları beni farklı biçimde   heyecanlandırıyor. Son 10 yıldır da bilinen konularımın dışında, bu   konularda fotoğraflar ortaya koyuyorum. Fotoğrafın varlık nedeninin   gerçeklik ve O’nun bir anı olduğunu unutmamak gerekir ve çıkış noktası   da zamanın kayıtlığında anı kayıt altına almaktır. Fotoğrafın   vazgeçilmez bu ilkesinden hiçbir zaman uzak düşmediğimi düşünüyorum.   Elbette fotoğraf benim için tartışmasız bir sanat alanıdır. Kaldı ki   fotoğraf da sanatsal yaratıcılığı yaşamla buluşturduğu için bu denli çok   önemseniyor. Farklı bu temaları bir sürpriz olsun amacıyla   çalışmıyorum. En azından sanatsal çalışmalarım kadar heyecan veren   arayışların ve tanıklıkların beni daha çok ilgilendirdiğini   söyleyebilirim.
 
 -Son olarak söylemek istedikleriniz?
 
 Bana zaman ayırdığınız için size teşekkür etmek istiyorum. Ayrıca gülüşünüz de çok güzel…
 
 -Biz teşekkür ederiz.
   |