| Orhan Cem Çetin Bilgisayarlara,   tanıştığım ilk günlerden itibaren her zaman büyük bir ilgi duydum.   Kullanabileceğim bir bilgisayarla ilk karşılaşmam 1977 yılında   üniversiteye girişimle oldu. O zaman henüz monitör, disket, CD falan   tabii ki yoktu. Bilgisayar denilen şey, büyük bir mekana yayılmış   muhtelif dolaplar, konsollar, makaralı bant sürücüler, devasa bir yazıcı   ve kart okuyuculardan oluşuyordu. Kart okuyucu denilince aklınıza   bugünkü bellek kartları ve onların okuyucuları gelmesin. Bilgisayara   veri girişi kaliteli kartondan ince uzun kartlarla yapılırdı. Her bir   program satırı, yanılmıyorsam 80 sütundan oluşan kartın üzerine düzenli   delikler açan konsollarda tarafımızdan üretilir, kartlar sıralanıp deste   haline getirilip okuyucuya verilirdi. Kartlar birer birer, hızla   okuyucunun içinden geçerken, metal fırçalar delikleri algılar, böylece   program satırları okunmuş olurdu. Yazılım dendiğinde de sadece   programlama dilleri akla gelirdi; Fortran IV, Basic gibi... Bilgisayara   ne iş yaptırmak istiyorsanız, programını da oturup kendiniz yazmanız   gerekirdi. Sonuçlar ise size kağıt üzerinde gelirdi. Sonraları, benim   yaşdaşlarım hatırlayacaklar, 1980'lerde Sinclair Spectrum, Commodore 64   gibi efsaneleşmiş ev bilgisayarları ortaya çıktı. Ben de hemen bir tane   edindim ve o gün bugündür bilgisayarsız hiç kalmadım. Bilgisayarla   görüntü işleme fikri başlangıçta ütopikti. İlk zamanlar aklıma bile   gelmedi desem yeridir. Nasıl gelsin ki? 80'lerde faks cihazıyla bile   daha yeni tanışıyor, çalışmasını izlerken hayretler içinde kalıyorduk.   Profesyonel bilgisayar monitörleri siyah üstüne yeşil noktalarla görüntü   oluşturuyor, ancak tek tonlu çizimler ekranda temsil edilebiliyordu.   Sonra ivme arttı ve yavaş yavaş dijital fotoğraftan bahsedilir oldu.  Arayı   hızlı geçerek 1994 yılına geliyorum. Gerçi ortalıkta dişe dokunur bir   dijital fotoğraf makinesi yok ama dijital fotoğraf kavramı, tarayıcılar   ve ilk görüntü işleme yazılımları var. Ben de bir arkadaşımdan satın   aldığım basit bir tarayıcı ile bazı deneyler yapıyorum. Logitech marka,   sofradaki ekmek kırıntılarını toplayan döner fırçalı el süpürgelerini   andıran tuhaf bir cihaz. Sapından tutup belli bir hızla fotoğraf   baskısının üstünden geçiriyorsunuz ve siyah-beyaz bir görüntü    bilgisayarınıza aktarılıyor. Bir defada tarayabileceğiniz alanın da bir   sınırı var. Büyük baskıları ancak parça parça tarayıp   birleştirebiliyorsunuz. Çözünürlük hakkında hatırlayabildiğim, bugünün   koşullarına göre çok ama çok düşük olduğu. Yine de   benim için güzel bir imkandı ve bu yeni mecrada neler yapabileceğimi   araştırmaya başladım. Derken, benim bu kendi halindeki, renklendirme   ağırlıklı deneylerim İFSAK'taki dostlarım tarafından duyuldu ve bana   takip eden ilk İFSAK İstanbul Fotoğraf Günleri'nde yeni yöntemle   üretilmiş bir gösteri veya sergi sunmamı önerdiler. Bu kez iş ciddiye   bindi ve Renk-arnasyon serisi yola çıktı. Renk-arnasyon   serisindeki tutumum, ilk sergim Tanıdık Şeyler'den pek farklı değildir.   Yine başlangıç siyah-beyaz görüntülerledir, yine keskinlik düşüktür,   yine renklendirmeler eldeki fotoğrafa dair  ruh hallerini temsil   etmektedir. Temel fark, mürekkep yerine dijital renklendirmeler   kullanılıyor olmasıdır.  Renk-arnasyon serisi, bir   iki istisna dışında portrelerden oluşur. Fotoğraflarda görülen insanlar   benim hayatımda bir biçimde yer almışlardır. En azından tanışmışızdır.   Renklendirmeler bir tür doğaçlama gibi, fotoğraftaki insanın ve o anın   bendeki görüntüsüne ulaşmayı amaçlayarak, bir oturuşta yapılmıştır.    Renk-arnasyon sözcüğü de bu noktada oluşmaktadır. Yani fotoğraflardaki   insanların ya da sahnelerin, benim renklerimle, bana göründükleri   renklerle yeniden vücut bulmaları.  Kullandığım   teknolojinin basitliğine, ilkelliğine karşın (gerçi bana o sırada o   kadar da basit gelmiyordu) dijital ortamın sınırsız ve maliyetsiz   deneme-yanılma olanağı getirmesi (ki plastik sanatlarda olmasa da   edebiyatta hep böyle olmuştur), boyayla renklendirmede bulunmayan yeni   olanaklar sunması (otomatik alan tanımlaması ile renk doldurma vs.) ve   tümüyle dijital ortama özgü ek ifade olanakları (fotoğrafın içindeki bir   ayrıntının çoğaltılabilmesi gibi) çok ilgimi çekmişti ve bu olanakları   heyecanla kullandım. Hatta bugün dönüp bakınca biraz aşırıya kaçtığımı   düşünüyorum. Ama yeni bir mecra, yeni olanaklar karşısında ne kadar   soğukkanlı kalabilirsiniz ki? Nitekim takip eden yıllarda ürettiğim   diğer dijital serilerde de renklendirme ve diğer manipülasyonları   giderek daha sakin, daha seyreltilmiş kullandığım, ya da hiç   kullanmadığım görülür.  Dijital yöntemler   kullanmanın getirdiği önemli bir de sorumluluk vardı: Defalarca başa   dönme şansınız olduğuna göre, nerede duracağınızı iyi bilmeniz   gerekiyordu. Üstelik, durduğunuz noktada eleştirilere karşı hiçbir   mazeretiniz kalmıyordu. Zira hiçbir şeyin siz istemeden olması mümkün   değildi. Dolayısıyla, Renk-arnasyon serisini tüm naifliği, bugüne   kıyasla basit dijital görselliği ve kırıklığı ile sever ve sahiplenirim.   Kullanılan teknik donanımın ve yöntemlerin yetersizliğinden   kaynaklanan, ancak görsel dilin parçası haline getirdiğim bazı   özellikleri bugünün daha ileri teknolojisiyle tekrarlayamıyorum.    1994   tarihli Renk-arnasyon, bildiğim kadarıyla Türkiye'de izleyici karşısına   çıkan ilk gerçek anlamdaki dijital fotoğraf projesiydi. Fotoğrafları   işlerken kullandığım donanım, -tarayıcıdan zaten bahsettim- Windows 3.1   altında çalışan, 16 Mhz (gülmeyin, gerçekten on altı) hızında bir   AT-DX386 bilgisayar ve biten görüntüleri bilgisayardan dışarı   çıkartabilmek için kullandığım bir Polaroid Digital Palette CI5000 Film   Recorder yani, bilgisayar görüntülerini konvansiyonel 35mm film üzerine   pozlayan, daha çok sunum diaları üretmek için geliştirilmiş, 5000 satır   çözünürlükteki bir film çıkış cihazıydı. Kullandığım görüntü işleme   yazılımı ise Corel Photo-Paint idi. Adobe Photoshop ile henüz   tanışmamıştım.  Fotoğraflar, 35mm dialara   dönüştürülerek saydam gösterisi halinde ilk kez İstanbul Aksanat'ta   sunuldu. Seri ilgi gördü ve o tarihten bu yana birçok vesile ile   izlendi. Serideki fotoğraflardan biri, İstanbul Modern'in koleksiyonunda   yer alan beş fotoğrafım arasındadır ve Eylül 2005'e kadar açık kalacak   Bizden Görünenler başlıklı fotoğraf sergisinde de yer almıştır.  Renk-arnasyon   serisi, o tarihlerde tanıştığım ve ne yazık ki yine o tarihlerde   aramızdan ayrılan, Türkiye'de renkli fotoğrafın öncülerinden, fotoğraf   ve seramik sanatçısı Sabit Karamani'nin anısına adanmıştır. |