MASUMİYET MÜZESİ, NİHAYET!
Bugün 29 Ağustos 2008 Cuma, Demirbank iyi günler diler! Eskiden böyle bir reklam sloganı vardı. Sözkonusu banka ve reklamı tarihe karıştıktan sonra da o devirden bu radyo reklamına alışkın olanlar, sloganı tekrarlayarak şakasını yapmayı sürdürdüler. Bazen de karışırdı; acaba günün tarihi mi önemli yoksa Demirbank’ın temennisi mi? Ne de olsa bir yılın, bir ayının, bir günündeyizdir! Arada sırada yüzyıl değiştirsek de -hatta son seferinde binyıl bile değiştirmiştik- bu böyledir. Oysa Demirbank iyi günler diler! cümlesi bir Zeitgeist sorunudur.
Bugün 29 Ağustos 2008 Cuma, yaşasın Edebiyat! Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi romanı piyasaya çıktı! Ümit, tazelendi! Medarı iftiharımızın yeni romanı, tıpkı diğer eserlerinde de olduğu gibi mükemmel bir zamanlamayla bize ulaştı. Eserin mevcudiyeti, problemi bir yana bırakın çözümünü dahi ehemmiyetsiz kıldı. Müjde, zihinden zihine, gönülden gönüle ulaştı. Şad olduk. Kayıp ruhlara sesleniyorum: Hala hayata inanmaya mı uğraşıyorsunuz, boşverin fiction’a inanın! En azından realist olursunuz!
Aman Yarabbi, ne kadar heyecan verici bir ad bu, böyle? Masumiyet Müzesi! M’lerin müzikalitesi inanılmaz! Güzel Türkçemiz! Museum of Innocence, Musée de l’innocence, El museo de la Inocencia, Museo d’Innocenza… Innocence or never! Museum der Unschub Almancası! Deutsch versiyon için bir şey demiyorum. Nur içinde yatsın, Babam, İş ve İşçi Bulma Kurumu müdürü idi. Ayrıca Frankfurt Kitap Fuarı, edebi halkla ilişkiler membaı. Acaba masumiyet tilciğinin öztürkçesi var mı?
Bilmiyor musunuz? Hiç ikonografik tecrübeniz yok mu? Adem/erkek, Havva/kadın, yılan kılığındaki şeytan ve elma! Hiçbir şey sonsuza kadar sürmez! Bilgi varsa masumiyet yoktur. Sadece masumlar vardır. Masumiyetin mevcudiyeti, illüzyonlardan ibarettir. Bazen metafizik, bazen kitsch, bazen özgürlüğün nedeni, bazen özgürlüğün kıskacı!
Bak şimdi, Masumiyet Müzesi, bazı şeyler tedai etti bende: Mesela Luchino Visconti’nin son filmi L’Innocente (1976). Fin-de-siēcle icabı, artık, üstelik aşkın da yegane temsilciliğini kaybetmiş Tullio Hermil, intihar eder. Martin Scorsese’nin Masumiyet Çağı (1993) filminin erkek kahramanı Newland Archer, aşktan, daha doğrusu parasızlık, statü kaybı v.b. gibi aşkın sonuçlarından korkar ve konvansiyonel bir evliliğin domestik kıskacında ömrünü tüketmeye razı olur. Gerçi aşkın kurbanıdır ancak böyle bir kadere de müstahaktır: Artık vizyonun empresyonist olduğunu bir türlü idrak edememiştir. Zeki Demirkubuz, Masumiyet (1997) filminde, toplumcu-gerçekçi bir mantıkla kimsesiz, parasız, akılsız ya da çocuk, günü gününe yaşamaya çalışan ufak insanları, masumiyetin temsilcisi birer öteki haline getirir. Mike Figgis The Loss of the Sexual Innocence’da (1999), masumiyet olgusunun temel prensibini, cinselliği, bir çeşit lingustik karesini alır gibi açıkça telaffuz ederek arketipik ve güncel bağlamda tanımlar. Masumiyet ne zaman bir fazilet, ne zaman bir suçtur? Siyasal otorite için bu, konjonktüre bağlı, görece bir durumdur. Yanı sıra, dünyaya düşmüş ve artık oradaki mücadelede biricik sorumlu olan birey, Nic için, aşk ve cinsellik birer can sıkıntısı parametresine dönüşmüştür.
Her “Tarih’in Sonu” durumunun değişmez bir kültürel karşılığı vardır: “Edebiyatın başlangıcı”! Kimse hatırlamazsa ben hatırlarım! Hayır efendim, mesele o değil, şöyle diyeceğiz: Kimse yorumlamazsa ben yorumlarım. Eee, Mnemosyne maşallah kızları yetiştirmiş: Euterpe, Erato, Kalliope, Kleio, Melpomene, Polymnia, Terpsikhore , Thalia , Urania.
Masumiyet müzelenebilir mi? Evet! Ben şahsen, Orhan Pamuk’un Nobel Edebiyat Ödülü’nü –neden ben şimdi burada mükafat kelimesini kullanmaktan imtina ediyorum?- kazanması münasebetiyle hazırladığı metnin, Marcel Duchamp’ın minyatür müzesi (Boîte-en-valise 1941) ile ilişkili olduğunu düşünürüm. Duchamp, kült eserlerinin minyatür replikasını imal eder, bir valize sığdırır ve seyyar bir müze meydana getirir. Böylece hem sanatçı, hem koleksiyoncu hem de küratör işlevlerini eşzamanlı yüklenmiş olur. Bavul’un muhtevası, Duchamp’ın yaratıcılığıdır. Bu figür, aynı zamanda klasik estetik tecrübe çerçevesinde sabit zaman ve mekan koordinatlarına sahip olma zorunluluğunu radikal bir biçimde değiştirmiştir. Pamuk’un bavulunun içinde ise babasının kaleme aldıkları vardır. Edebiyat arzusunun, kabiliyetinin, icrasının ve zaferinin orijini bavulda saklıdır. “… bavulun içindeki gizli yükün esrarengiz ağırlığı”ndan bahseder; bu ağırlığın anlamı “edebiyatın anlamı”dır.
Aslında Orhan Pamuk’un kahramanları, nesnelere değer veren kişilerdir. Serüvenlerine, ilgi alanlarına ve izlenimlerine göre metin boyunca akümülasyonlar meydana gelir. Bu kez, sözkonusu akümülasyon, Kemal’in “Füsun’un aşkıyla onu hatırlamak için, onun yokluğunda yerini tutsun, aşk acısını yatıştırsın diye biriktirdiği…” edebi bağlamın ötesinde bir başka estetik mekan kazanmıştır: Müze!
Pamuk, Masumiyet Müzesi’nin kahramanlarından bahisle, “Kemal’in Füsun için kurduğu müzeyi ben Çukurcuma’da kuruyorum” şeklinde konuşmuş ve bu projenin 1,5 yıl içinde hayata geçirileceğini açıklamıştır.
Sözkonusu müze münasebetiyle, edebiyat ve kavramsal sanat birbirlerini teyit edecektir. Edebi süreç, müzeyi ziyaret daveti ile işaretlenmekte, kurgudan gerçeğe bir serüven daha başlamaktadır.
Diğer yandan özel/öznel nedenlerle toplanan sıradan nesneler koleksiyonlarının, taşınır ya da taşınmaz bir konteynır içinde –valiz ya da müze mekanı ya da enstalasyon alanının mülkiyeti artık Pandora’dan Mnemosyne’ye geçmiştir- bir taxinomy şovunun unsurlarına dönüştürülmesi, sözkonusu nesnelerin “ölüme başkaldırı” içerikli bir bireysellik manifestosunu biçimlendirmesi, Kavramsal Sanat’ın başta gelen stratejilerinden biridir. Sanatçılar Gibsonvari birer kahraman gibidir: Johny Mnemonic’i zaten bilirsiniz, yanı sıra Marcel Mnemonic (Duchamp), Christian Mnemonic (Boltanski), Barbara Mnemonic (Bloom), Daniel Mnemonic (Spoerri) vs.
Tabii İstanbul’a yolunuz düşerse! Varsayılan roman kahramanlarına ait nesneler, hayal aleminden, gerçek hayata intikal etmekte ama artefaktların fetiş karakteri ve dolayısıyla manayı temsil gücü muhafaza olunmaktadır. Sözkonusu nitelik, Yazar’ın kendi romanında, kendi adıyla bir kahraman haline gelişinde de ortaya çıkmaktadır. İrreel edebi yaşantıların, gerçekle kesişmesi yalnızca fantastik bir yabancılaşma efekti değildir aynı zamanda Türk Sineması melodramlarında ve müzikal filmlerinde sık rastlanır bir espriyi yansıtmaktadır. Oyuncular, filmde kendi adlarını kullanmakta, kendi mesleğini icra etmektedir v.b. gibi
Yanı sıra, sinematografik bağlamda –çünkü Gizli Yüz münasebetiyle Yazar’ın sinema ile somut bağlantıları vardır- müze, bir uyarlama, bir illüzyon, dekor inşası olarak mütalaa edilebilir. Tabii, herkes kendi Wunderkammer’ini oluşturabilir! Majesteleri II. Rudolph’un aziz hatırasını hürmet ve şükranla yadediyorum.
Masumiyet Müzesi’nin 592 sayfa, 3071 paragraf, 140366 kelimeden meydana geldiği açıklanmıştır. Böylece roman, hem bir estetik nitelik sorunu hem de lingustik bir nicelik sorunu haline gelmekte; eser bir yazma sürecinin nesne-göstergesine dönüşmekte; zaman, roman kahramanlarının zamanı (1975-2005), yazar’ın zamanı, okuyucunun zamanı olarak kategorize olmaktadır.
Müsaadenizle yine bir tarih düşeceğim. Bugünlerde, 29/08/2008 NTV röportajı münasebetiyle Banu Güven’in, 31/08/2008 ve 01/09/2008 Sabah’taki röportajı münasebetiyle Şirin Sever’in dünyadaki en bahtiyar hanımlar olduğunu sanıyor ve kendilerini kutluyorum. Masumiyet Müzesi’ni yurdumuzda ilk onlar ilan ettiler.
Orhan Pamuk, röportajlar sırasında, her zamanki üslubuyla eseri hakkında ayrıntılı açıklamalar, hayata bakışı ve edebiyat konusunda kapsamlı konuşmalar yapmıştır. Hatta bir gazeteci, belki de birçoğumuzun aklından geçen şu tespitte bulunmuştur: “… Pamuk’un verdiği bütün röportajları okudum. Kitabı okumamama rağmen Masumiyet Müzesi ile ilgili pek çok detayı biliyorum… kitabın sırlarının çok erken ortaya döküldüğünü düşünüyorum.” Romanın ilk cümlesi, ilk cümlenin mana ve ehemmiyeti, yine Pamuk’un Şirin Sever ile röportajında açıklanmıştır. “Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum”. Hay Allah! Çok bilir gibi hissettiğimiz eser, yine sırlara gömüldü. Hangi an acaba? Nasıl bir an? Neye ait? Neyin temsili? Kairos aşkına! Fotoğraflardan bilirim, bir de şu eski Sartre şarkısından:
Some of these days
You’ll miss me honey
…Artık kitabı okumaya başlayabilirim, ve kar kristalleri…
Simber Atay Eskier