“ Bir şeyi güzel olarak görmek onu zorunlu           olarak  yanlış görmek demektir.”  Nietzsche  Bu fotoğrafa ilk baktığımda bir tuhaflığın karşısında hissettim           kendimi. Sezinlediğim ancak nedenini ilk anda çıkaramadığım bu his izleri           takibe zorladı beni. Zihnimin, görüntünün etrafında evrilip çevrildiği           anlarda, bütünü oluşturan nesnelerin bir başlarına fotoğrafa yaydıklarına           takıldı gözüm.  Tüm siyah-beyazlığı içinde uçsuz bucaklığı çağrıştıran           yatay hatlarıyla bu fotoğrafta insana bitmek tükenmez gibi gelen bir ıssızlık           var. Nitekim yolu es kaza bu kuş uçmaz kervan geçmez yerlere düşen araba           hızla uzaklaşıyor. Arabanın yönü tam olarak belli olmasa da insan, buradan           ancak gidilebileceğine kanaat getiriyor.  Oralarda bir yerlerde bir yol olacağına inanası gelmiyor           insanın.Otomobil birdendire bir yerden kesilip de fonu sessizlik olan           bir mekana yapıştırılıvermiş gibi. Hem o kadar eğreti hem de yokluğuyla           tüm fotoğrafın anlamını alt-üst edecek kadar oralı. İçinden kanlı canlı           birinin ya da birilerinin varlığı, otomobil sesiyle birlikte karedeki           ıssız hisse derin bir çizik atıyor. Ancak bu “ terk edilmişlik” i asıl           kırıp parçalayan başka iki güçlü etki var.  İlki, en soldaki ağaç. Otomobil ne kadar “ gidici” ise           o da o kadar kalıcı. Çok heybetli olmamakla beraber duruşundaki güzellik,           özellikle dallarının çokluğu ve yapraklarının gürlüğüyle capcanlı, hayat           fışkıran bir varlık. Kendinden emin, biçimli, kararlı duruşuyla ne kadar           karakterli. Diğer ağaçlara güç veren kendisi gibi. Bu ağaç olmasaydı,           karşımızdaki daha cılız bir fotoğraf olurdu. Arkadaki iki ağacın var olma           sebebiyse onun gücünü pekiştirmek sanki.  Fotoğraftaki durağanlığı darmadağın eden ikinci etki ise,           çerçeveyi yatay olarak kesen sis kuşağı. Nihayetinde bir bulut hali olası           sebebiyle yer yer yoğunluğu azalan ve sınırları bulanıklaşan hat, görüntünün           harekete en hazır ögesi. Biraz sonra birdenbire büyüyüp genişleyecek,           eteklerinde olduğu dağı kaplayacak, gökyüzünün açık rengiyle birleşecek           ve tüm fotoğrafı aydınlığa boğacak bir kabına sığmazlık içinde.  İşte yukarıda sözünü ettiğim tuhaflık da tam burada. İlk           bakışta melankolik bie edayla yalnızlığı belki ayrılığı ya da bir boşluğun           ortasında kalakalmışlığı uyandıran fotoğraf, içinde , canlı olmaya dair           güçlü bie enerji gizliyor. Bir de fotoğrafın çekildiği alanın seslerinden           mahrum olmasaydık karşısında durduğumuz manzarayla ıssızlık sözcüğünü           yanyana getirmeyi tahayyül dahi etmeyecektik.  Burası çekirge seslerinin ürpertici çınlamalara dönüştüğü           bir kimsesiz yer mi? Yoksa hiç de sakin olmayan bir yolun ziyaretçisi           bol kenarı mı? Bu gizi fotoğrafçının iki dudağı arasına bırakırken en           keyiflisi, hayal gücümüzün fotoğrafçının tahmin edemeyeceği kadar özgür           olabilmesi.  Fotoğrafların kendilerine has kandırmacalarında barınan           şüphelere rağmen “ Platon’un mağarasında hala iflah olmaz biçimde oturan           insanoğlu, o eski alışkanlığını sürdürüp kendini gerçeklikle değil gerçekliğin           görüntüleriyle oyalamaya” (Sontag) devam edeceğe benziyor.  |