Yıkılmış bir bağ evinin sağlam kalan temel duvarları üstüne sıçradı. Ellerini çırptı, avuçlarını temizledi. Kollarını aşağı uzatırken "Hadi gel " dedi. İnce iki ışık çizgisi parladı ay ışığında. Bileklerinden tuttu, ince kolları " Sen de benim bileklerimi tut" dedi, " trapezciler gibi." Zorlanmadan ince kolların bedenini duvarın üstüne çekti." İşte bu kadar" derken hala bileklerini bırakmamışlardı birbirlerinin. İnce bilekler yukarı çekilirken tuttuğu so1uğunu bıraktı.
"Şöyle oturalım'' dedi. Adam, karanlıkta çabuk bir el hareketiyle temizledi oturacakları yeri .Adam oturdu önce .İncekollar da yanına. Ayaklarını salladılar duvardan aşağı. İki elini kenetleyerek dizlerinin arasına sıkıştırdı. Önüne dökülen tokası gür saçlarını bir baş sallamasıyla arkaya attı."Ne iyi ettiniz buraya getirmekle beni" dedi. Aşağılara daldı bakışları. Bir ışık denizi dalgalanıyordu, aşağıda. Güçlü, zayıf binlerce ışık gözkırpıyordu. Yollardaki ışıklar dizi dizi ayırıyordu ışık denizini. Altından aydınlatılmış yüksek yapılar ışık halinde fışkırıyordu gökyüzüne.
Bu ışık denizinin dalgaları üzerinde gezinen bakışları aynı anda Anıtkabir'in üzerinde birleşti. "Anıt.." İkisinin dudaklarından da aynı anda çıktı bu sözcük. Arkası gelmedi ikisinden de. Birbirlerine baktılar. İkisinden de bir kahkaha patladı. Duvarın üzerinden bacaklarını sallaya sallaya güldüler.
Bedenlerini ileri geri sallaya sallaya güldüler. "Anıtkabir ne kadar güzel görünüyor diyecektim ben". ''Ben de". Aynı şeyi aynı anda düşünmüş olmaları ikisinin bedeninde de tatlı bir ürperti estirdi. Askılı giysinin içinde parlayan omuz başından belli belirsiz . bir dokunuşla tutarak ''üşüyor musun?" dedi. Yuvarlak omuz adamın geniş göğsüne sokuldu. "Biraz'' dedi, fısıltıyla. Adam avcunun içindeki omuz başından hafifçe çekerek daracık omuzları, geniş göğsünün sıcak korumasına aldı. Gür saçlar adamın omzuna yaslandı.
Yıllar önce, bir yaz günü, çadırlı bir kamyonla çekirdek çuvallarının üzerinde bu kente gelişini anımsadı. Kasabadan gelen bir çocuğun şaşkınlıklarını, gözünün önünden bir anda geçiveren o günleri anlatmalıyım diye düşündü, adam. " Siz buraların eski durumunu biliyorsunuzdur, anlatır mısınız?" Bu soru şaşırttı adamı. Gene aynı şeyleri düşünüyor olmaları, içinde sıcak bir esinti oldu. Yuvarlak omuz başındaki parmakları kavrama konumuna geçti. Ayrımında olmadan. Konuşmaya başlamadan, önündeki bardaktan bir yudum su içen konuşmacının doğallığı içinde omzundaki saç kümesinden öptü." Buralar hep bağlıktı. Dikmen bağları ..
Ama Ankara'nın diğer bağlarına pek benzemedi. Esat, Seyran, Bal kiraz, Etlik bağları daha verimli topraklardı. Burası yüksek ve taşlık olduğundan yoksullar otururdu. Evler çok seyrekti. Kayalık, çalılık hazine arazisi çoktu bağlar arasında. Bu evin sahibini tanırdım. At pazarında tuzculuk yapardı. Kaya tuzu getirirdi Tuz Gölü'nden. Babamın asker arkadaşıydı. Kelibin Durmuş derlerdi. Babası kasabanın namlı hırsızı imiş. Askerden gelirken burada kalmış. Bir hemşehrisinin yanında iş bulmuş ve sonra kendi işini kurmuş. Babam çok iyi tanırdı. Evde sözü çok sık geçerdi.
Babasının geçmişinden utandığı için köyüne dönememiş alış-verişinde çok dürüst olduğu söylenirdi. Nefis ağaçlar vardı. Her yaz gelirdik. Çok severdim burasını. Kuyudan tulumbayla su çekmeye bayılırdım. Küçük bir havuzu vardı. Onu doldurur içinde çimerdik. Durmuş ağa öldükten sonra kardeşleri imam nikahlı karısına huzur vermediler. Çocuğu da yoktu. Çekti köyüne gitti. Bu arada kardeşlerden biri burayı gazino yapmaya kalktı. Beceremedi. Kardeşler birbirine durdu.
Bu arada gecekondulaşma buralara kadar sıçrayınca , yukarıda taşocağının altında ev yapanlar bir gecede talan etmişler burayı. Şu üstünde oturduğumuz taşlar biraz küçük olsaydı onları da bulamazdık burada." Aşağıda, yoldan geçen araçların homurtusu, özellikle yokuş çıkan kamyonların , gecenin sessizliğinde adamın sesini bastırıyordu. Kamyon homurtularının çoğaldığı bir anı denk getirip iki sigara çıkardı. Bedenine yaslanan ince bedeni oynatmamaya dikkat ederek, yaktı.
Tekini pembe dudaklara uzattı. Parmaklarının ucunda ılık bir esinti dolaştı. Kendini bedenine yaslanan sıcaklığa bıraktı bir süre. Derin bir nefes çekti. Ciğerlerini dolduran dumanı mutlu bir sesle üfledi. Kafasının içinde anılar yer kapmaya uğraşan ilkokul öğrencileri gibi itişmeye başlamıştı. Çocukluk günlerinden bu yana yaşadığı Ankara'yı anlatmak istiyordu. Kasabanın tozlu yollarından gelip, ayakkabılarını çıkararak asfalta yalınayak basan, babasına dönüp "burada adamın ayağına hiç diken batmaz" diyen çocuğu, babasının ve ablasının gülmelerini anlatmak istiyordu.
Nedense belleğinde, delikanlı günlerinde dört arkadaşıyla bir bağ evinde geçirdikleri gece canlanıyordu. Neyi anlatacağının kararsızlığında uzayan sessizlik canını sıktı. Telaşla "Burada evler seyrek olduğu için hovardalarca çok sevilirdi. Eskiden faytonla gelinirmiş. Ben o dönemi yaşamadım. Anlatılanlardan öğrendim. Bizim gençliğimizde taksiyle gelinirdi. Dolmuş, otobüs de çalışmazdı buralara
" Adam gülümseyerek " hıh hıh benim de delikanlı günlerim olmaz mı ?" Sigarasını taşa bastı. İki parmağının arasından fırlattı. İnce parmakların arasında duran izmariti de aldı. Aynı hareketle fırlatacakken, durdu bir nefes çekti fırlattı. "Sigaranın filtresinde olsun birleşti dudaklarımız" diyemedi bunu. İçinden geçirdi. Aklına böyle bir düşünce geldiği için kızdı kendine. Aklı ile bedeni arasında için için süren kavgayı tüm ağırlığıyla duyumsadı. Soğuk bir ter boşandı tüm bedeninden. Kendini toparlamak için konuşmaya sığınmak istedi. Söze nereden başlayacağını bilemedi. Biraz önce içinden geçenleri söyleyip söylemediğini düşündü. Kesin bir şey anımsamadı. Biran söylemiş olabi1eceğinin telaşına kapıldı. Yeniden bir ter boşandı. Biran sarılıp öpmek geldi içinden. Bir seyrimeyle titredi bedeni. "Titriyorsunuz, siz de üşüdünüz" dedi. Narin parmaklarını adamın sırtında gezdirirken."Benimki üşümekten değil" dedi boğuk bir ses. Sesinin tonunu beğenmedi. Teri arttı. Narin parmaklar adamın ensesinden saçlarının arasına girdi. "Siz terlemişsiniz" derken sesinde önleyemediği bir titremeyi adamın ayrımına varıp varmadığını düşündü. Engelleyemediği ses titremesinden utandı. Utancı tere dönüştü. Saç diplerinden fışkıran terle bunaldı. İnce uzun parmaklarıyla saçlarını havalandırdı." Beni de ter bastı'' dedi. Adamı hayran bırakan bir açık yüreklilikle. Adam üzerinden bir yük kalkmışçasına erinçle soludu." Biz buraya niye geldik, içgüdülerimiz bizi nereye getirdi? Sana kırk beş yıldır yaşadığım bu kentin, artık kimsenin önemsemediği güzelliklerini gösterecektim. o güzellikleri birlikte yaşayacaktık. Oysa şimdi yalnızca senin güzelliğini yaşamak isteğiyle doluyum. Bu güzel gecenin etkisiyle olsa gerek bastıramadım, duygularımı. Şimdiye dek açıklanmamış da olsa benzer duygular taşıyoruz. Yanlış mı, doğru mu ? Hiç düşünmedim. Bir tek şey biliyorum: çok güzel bir duygu. Bıraktım kendimi, enini sonunu düşünmeden yaşamak istiyorum." Bunların hiçbirini söyleyemedi, adam. İçinden geçirdi. Çok saçlı başın içinde de benzer konuşmalar geçiyordu. " Tanıştığımız günü anımsıyor musunuz ?" "Nasıl anımsamam. Gün, saat, yer söyleyebilirim" "Ah, unutuyordum sizin güçlü belleğinizi." "Belleğin gücü değil unutturmayan, olayın güzelliği." "Ben sizi şair sanıyordum. Yönettiğiniz birkaç şiir gününde izlemiştim. Sonra o resim sergisinde ressamla konuşmanıza kulak dinleyicisi olmuştum. Ressamın size "Reis sen bu resmi çok iyi eleştirdin" deyişinden resim eleştirmeni olabileceğinizi düşünmüştüm. Çaktırmadan sizi izledim. Konuşmalarınızdan sonra resimlerden başka bir tat almaya başladım. itiraf edeyim: O anda sizinle tanışmak karşı konulamaz bir istek oldu. Volim sözcüğünü ben sesle ilgili sanırdım. Resimsel bir anlamı olduğunu ilk kez sizden duydum. Dayanamayıp konuşmanıza girmiştim. " İzninizle sizi dinleyebilir miyim? Çok yararlı oluyor benim için." dediğimde dönüp bana bakışınızı hiç unutamam. Öfkeli bir şaşkınlık vardı. ''Nereden çıktı bu da der gibi "Resim öğrencisi olmadığımı ekonomi okuduğumu duyunca şaşkınlığınız daha da artmıştı. Resimle ilgili sorularıma ne kadar anlaşılır yanıtlar vermiştiniz. O iki saatlik konuşmamızda çok şeyler öğrendiğimi daha sonra gezdiğim sergilerde anladım. Zaten sizden çok şey öğrendim. Her konuda söyleyecek bir şeyiniz var." "O zaman konumuza dönelim biz istersen ?" dedi adam. Yanıt beklemeden de sürdürdü konuşmasını."Kral yolunun da İpek Yolunun da en önemli konaklarından biriydi burası. Kayseri, Kırşehir yolu buradan girerdi kente. Bol dönemeçli at arabası yolu kıvrıla kıvrıla aşardı tepeleri. Gölbaşı yolu çok tehlikeli dönemeçlerle doluydu desem kimse inanmaz. Şimdi beş dakikada çıkılan yokuş eskiden en az kırk dakika sürerdi" " Hoş şimdi arabalar da çok hızlandı eskilere göre." Konuyu dağıtıyoruz dedi içinden'' Derin derin soludu gecenin laciverdine. Ankara'nın Başkent oluşunun İstanbul da yarattığı şoku düşünebilir misin? Büyük bir düş kırıklığı yaşamış ''Der Saadet'' İstanbul'un pek çok adı vardır. Der Saadet de bunlardan biri. Saadet kapısı, mutluluk kapısı. Yüzyılların başkenti dururken bozkırda irice bir kasabayı başkent yapmak düşüncesi bile uslarının kıyıcığından geçmemiştir İstanbulluların. Düşman ülkeden kovulunca Meclisi Mebusanı toplayıp İstanbul'a gelecek diye beklerlerken, Mustafa Kemal Ankara'yı Başkent yapıp yeni Devletin temellerini o Bizans kokuşmuşluğundan uzak tutmak istemiş. İstemesine istemiş de , o kokuşmuşluğu bütünüyle ortadan kaldıramamış. Ben yeni devletin gelişmesiyle Ankara'nın gelişmesi arasında bir örtüşme bulurum. Cumhuriyetin ilk yıllarının heyecanı içinde yeni kurulan bir devlet ve çağdaş bir Başkent yaratma çabaları. Ben o dönemin dergilerini, gazetelerini karıştırmayı çok severim. Her ne kadar tek parti döneminin resmi ideolojisini de yansıtsalar çocukça bir heyecan gizlidir, o tumturaklı bildirilerin satır aralarında. Bin dokuz yüz elli seçimlerinden sonra karşı devrimciler yavaş yavaş su yüzüne çıktılar. Atatürk devrimlerini orasından, burasından tırtıklarken. Bir yandan da kenti tırtıklamışlar. Çevresinden gecekondular, ortasından beton yığınları. Bir de modernleşme adına eski dokuyu ortadan kaldırma. Ulucanlar en eski çarşılardan biri idi. Kalenin bitiminde. Ana cadde açmak uğruna yok edildi. Hacettepe denince şimdi Üniversite geliyor akla. Oysa Hacettepe İstanbul'un Kasımpaşa'sı gibi külhanbeyi bol bir semtiydi Ankara'nın. Üniversite yapıyoruz diye yok ettiler koskoca bir mahalleyi. Hiç unutamam, bir havuz vardı Hacettepe'de. Hani Tandoğan meydanındaki havuzun içindeki heykel kümesi o havuzdaydı vaktiyle. Napoli Belediyesinin Ankara kentine armağanı imiş o heykel. Eski kartpostallarda Kızılay da bir havuz içinde görülüyor. Kaç yer değiştirmiş. Şimdilerde Belediyenin park bahçeler müdürlüğü bahçesinde yerlere atılmış duruyor. Sanmam bu yönetim o güzel heykel kümesini değerlendirsin. Ankaray istasyonunu bahane edip havuz kaldırıldı. Yerine de o devasa Demlik konuldu. Devrimlerdeki yozlaşma kentteki yozlaşmayla örtüşüyor böylece." Ben bu Kentin en güzel zamanını yaşadım. Hatip çayında yüzdüm. Akköprü de balık avladım. Şimdi buralar lağım taşıyor. Hele İncesu. Lise yıllarında Seyranbağların'da bir bağ evinde otururduk. Yürüyerek gider-gelirdik okula. İncesu deresinin kenarından. Pırıl pırıl bir su akardı. Önce üstünü kapattılar, sonra yatağını değiştirdiler, Metro nedeniyle. Bu olayın acısını duyan bir dost İncesu deresi için bir dörtlük yazmış :
"MAVİMİ ÇALDINIZ ÖNCE SONRA GÖKLERİMİ
SÜRGÜN ETTİNİZ ÖLÜLER ÜLKESİNE
KENDİ SUYUMDA KENDİMİ BOĞDUNUZ
SİZ KİRLETTİNİZ TEMİZLENİRKEN BENİ" (Ümit SARIARSLAN)
Şimdi , İncesu neresi desem bilmezsin "Adam sustu. Soluklandı. Bu denli uzun konuştuğu için sıkmış olabileceği geldi usuna. Kendisi sıkıldı gevezeliğinden. ''Çok mu sıktım, bu gereksiz ayrıntılarla" Sorarken eğildi saç kümesinin gizlediği yüzden gözleri aradı. Karanlıkta ışıl ışıldı "Sıkılmak mı, eve gitmek gibi bir zorunluluk olmasa sabaha dek dinlerdim sizi. Öyle güzel anlatıyorsunuz ki. Bu kentin yaşamını, acılarını tüm benliğinizde taşıyorsunuz. Peki bunca yanlış yapılırken siz ve sizin gibi düşünenler hiçbir şey yapmadınız mı? ''Durun, ne yapıyorsunuz diyen olmadı mı?" ''Eve gitmek" sözü bir kıymık gibi battı adamın içine." Saat kaç oldu acaba" dedi içinden. ''Çakmağınızı yakın da saate bakayım"dedi. "Gene aynı şeyleri düşünüyoruz" derken çakmağı yaktı. "Aaa çok geç olmuş, gidelim" dedi, telaşla. Adam duvardan attı kendini. Döndü koltuk altından kavradı ince bedeni. "Ben inerim, lütfen" dedi. Aynı telaşlı ses. Duymamış gibi, çekti oturduğu yerden, göğsüne aldı. Göğsün de tuttu birkaç saniye, yavaş yavaş kaydırırken yere, bir ateş sardı tüm bedenini. Ayakları yere değdiği anda koltuk altlarında yanan parmakları yavaşça beline kaydı, dolandı ve ayakları yerden kesti. Dudakları saçlara takıldı "Ne çok saçın var" dedi. Dediği anda da pişman oldu. Kızdı kendi kendine. Böyle anlarda en ilgisiz söz çıkardı dudaklarından. ''Lütfen yapmayın. Çok zor olur ayrılmamız" dedi fısıltıyla. İnce narin parmaklar adamın omuzlarında itmekle sarılmak arası bir ikilem içinde. Adamın kolları gevşedi. Yere bırakırken saçlarının içine gömdü yüzünü. Derin derin soludu. Karanlıkta, tepeden inmeleri uzun sürmedi. İkisi de içinden konuşuyordu. Adam "iki sorusu yanıtsız kaldı" derken içinden, kız paniklemiş olmasına kızıyordu. Bedenlerinin dokunuşundaki tatlı ürperti ikisinde de bir suskunlukla sürüyordu. Adam ısrar etmenin yanlışlığını biliyordu. Yumuşak görünüşün altında keçi gibi bir inadı tanımıştı. "Keçi burcunda doğmuş kelebek" diyordu. Gülerek kabullenmişti bu adı. "Çok sevdiğini" kendi kendine kaç kez yinelemişti. Yanından ayrılırken özlemeye başlıyordu. Beraberliği kendisi de çok istediği halde niçin karşı koyduğunu bir türlü bilemiyordu. "Lütfen yapmayın." dediği anda bin pişmanlık çöküyordu içine. Israr edilsin istiyordu. Oysa gayet munis bir şekilde olumsuz tepkiyi alır almaz kolları bedeninden çözülüveriyordu. Suskun yürüyüşü adam bozdu : "Seni üzecek bir şey olmadı değil mi ?" Sesinde belli bir endişe vardı. "Ah hayır" dedi ürkekçe, ekledi "Ben sizi kırdım mı?" Adam durdu. Uzandı bileğinden yakaladı. Kendine çekti.
Asfalta indiklerinde adamın kolu kızın belinden isteksizce çözüldü. Arabanın yanına geldiğinde camın kırıldığını, koltuğun üstünün cam kırıklarıyla dolu olduğunu gördü. Kapıyı açtı. Koltuğun altına uzandı. Bir fotoğraf makinesi ile el çantasını çıkardı. "Neyse bunları bulamamışlar " dedi. Camları dışarı döktü. Arka koltuğun üstünden bir battaniye çekti. Ön koltuğa örttü."Cam kalmış olabilir " dedi. "Arabayı çalıştırırken " Bu alet de bozuktu zaten " dedi, eliyle çalınan teybin boşalmış yerini gösterirken.
Uğur BİLGE
|