CEPTEN DİKİZLEMEK
“Neden varız?” sorusunun cevabını hepimizi ikna edecek biçimde verdiğimiz gün,
“Neden fotoğraf çekiyoruz?” sorusuna vereceğimiz cevabın da önü açılmış demektir bana kalırsa.
Kameralar oldum olası hayatımızda varmış gibi, sanki asırlar önce bile neneatalarımız fotoğraf makinelerine poz vermiş gibi, hatta her yerin, olan biten her şeyin fotoğrafı çekilmiş gibi yaşıyoruz. Neredeyse var olduğumuz ilk günden beri her insanlık serencamı kesintisiz fotoğraflanmış gibi görüntülerle iç içe geçmiş bir zihinsel âlem yarattık kendimize. Belki de tarihî olaylar diye, geçmiş zaman yaşantıları diye öğrendiğimiz ne varsa hepsi aynı zamanda birer suret halinde hafızamızda yer aldığı için, fotografik görüntüyle zihnimiz arasında kendiliğinden bir yakınlık zaten vardı.
Bu doğal tanışıklığı bozan, görüntüleri “ayıp”, “yasak” ilan ederek suret ile insan doğası arasına giren, ikisini birbirine yabancılaştıran kültürel motifler olduğunu biliyoruz. Kimi inançlar ister fotoğraf gibi mekanik üretim sonucu ortaya çıkmış olsun, isterse resim gibi daha dolaysız üretilmiş olsun, suretlerden hazzetmezler. Bu tutumun görme ve gösterme biçimleri üstündeki etkisi, imgelerle anlatım biçimlerine, dolaylı ifade imkanlarına katkısı ayrıca konuşulur. Ancak bu kürenin kültürel coğrafyasında bir ifade aracı, hikayelendirme yöntemi, iletişim mecrası olarak resim gibi suret yaratma yöntemini kullanan ve kullanmayan toplumlar olduğunu biliyoruz.
Nedir şu suret, neye yarar? Cevap muhtelif, herkes kendi meşrebine uygun olanı seçebilir. Ancak:
En başta, kısıtlanmadan gözlemleme, gözetleme imkanı vererek özgürce bakma arzumuzu onlar vasıtasıyla gideriyoruz. Bilmem aşırı yorum sayılır mı ama gözümüzü dikip rahatça üzerinde gezdiremeyeceğimiz her beden, yüz, canlı âlem, nesne, suret haline geldikten sonra hiç bir engelle karşılaşmadan bakışlarımıza teslim oluyor. Bakıyoruz ve baktığımız her sureti zihnimizde yeniden yaratıyoruz. Kimi zaman o sureti biz de yaratıcısının gösterdiği biçimde görüyoruz, çoğu zaman daha güçlü anlamlandırma etmenlerinin devreye girmesiyle birlikte bambaşka okumalara, yorumlara varıyoruz...
Bu yazıda konumuz imgeleri anlamlandırma mekanizmaları da değil, biliyorum.
“Bu da değilse ne?” diye merak edenlere henüz verecek bir cevabım yok maalesef.
“Eğer dermanımız kesilmez yazının sonuna birlikte kavuşabilirsek görürüz” demekle yetineyim şimdilik. Ama bu “sınırsızca ve hatta kayıtsızca bakmak” meselesine başlamışken beş duyu organımız arasından ikisinin birbirine zıt mecazlarla tanımlandığına işaret etmek isterim.
Kulak için “edilgen-pasif-dişi” denir, göz ise “etken-aktif-erkek” diye tanımlanır. Göz/bakış mütecaviz addedilirken kulak/dinleme daha munis kabul edilir. Bu yaklaşım üstünden ilerlersek, suretlerin aynı zamanda insanın dizginleyemediği bir “gözetleme” (burada asıl kullanacağım söz “dikizleme” hatta “röntgenleme” olacaktı) güdüsü ve bu davranışın insan dürtüleri arasındaki yeriyle ilgili konuşabiliriz. Eğer böyle bir dürtüye sahipsek ve bu dürtünün aracı olan gözlerimiz mütecaviz diye tanımlanabilen bakışlarla dış dünyaya yöneliyorsa, bu dürtünün “röntgenlemenin” fotoğraflama davranışındaki yerini teslim etmek gerekiyor.
Fotoğraf sanattan, belgelemeden, yaratıdan, iletişimden önce özgürce bakma, gözetleme, dikkatle gözlerini dikerek inceleme ihtiyacımızı karşılayan bir araçtır. Belki de bu yüzden zaten insanlık âleminin en yeni “oyuncaklarından” biri olmasına rağmen fotoğraf çekmek aslında en eski güdülerimizden biri sayılmalı. Bilinçli ya da bilinçsiz olarak bir davranışı doğuran, ona yön veren ve sürekli kılan içsel güçlerimizden biri.
Fotoğraf: Dikizlemekten mustarip varoluşumuzun teknolojik yansıması sayılabilir. Acemler “akis” derler fotoğrafa, yansıma yani. Tam da yukarıdaki cümlede geçtiği gibi.
Akis yaratan ve akise kayıtsız şartsız, kısıtlanmaksızın baktırabilme sihrine sahip alet, henüz iki asrı bulmayan ömrü hayatında sürekli biçim değiştirdi. Her fotoğraf makinesi türü hızlı yaşadı, genç öldü. Yerine yeni bir çeşit kamera geldi. Yılanın kabuk değiştirmesi gibi tıpkı. Esas aynı kaldı, gömlek yenilendi. Bu satırları okuyanlara haksızlık etmemek için mevzuyu kameraların tarihine getirmeyeceğim ama kamera ile insan ilişkisinde fotoğrafçının değişen davranış biçimlerine hafiften bir giriş yapmak isterim.
Dagerotip (daguerreotype) makinalar objektiflerini dünyaya açtığında üç ayağının üstünde duran cilalı ahşap bir kutu vardı orta yerde. Bir de onun etrafında dönüp durarak işletmeye çalışan dagerotipci vardı. Kamera merkezde sabit, onu kullanan çevresinde hareket halindeydi.
Zaman geçip teknik ilerledikçe koca kutular boyna asılır hale geldi. Üstten bakaçlı orta format kameralarla birlikte, fotoğrafçının görüntü üretirken takındığı tavır ve davranışlar da değişti. Artık boynunu kırarak hafif öne eğiliyor, aşağı doğru, göbeğinin hizasındaki ekrana bakarak oraya yansıyan hayatın fotoğrafını çekiyordu. Kamera artık ortada duran, etrafında dönülerek çalıştırılan bir alet değildi. Fotoğrafçının gövdesiyle birlikte davranabilen bir yapı kazanmıştı.
SLR tekniği kullanılmaya başlayınca kameralar baş hizasına yükseldi, göze yaklaştı. İnsan yüzünün bir uzantısı gibi tutuluyordu. Fotoğrafçı iki kolunu bükerek, kamerayı kavradığı elleriyle aynı zamanda kendi yüzüne de dokunarak fotoğraf çekiyordu.
Aradan çok zaman geçmedi, yeni bir fotoğraflama davranışı daha girdi hayatımıza. Sayısal devrimin uzantısı olarak ses iletmeye yarayan aletlerle birleşen görüntü kaydediciler kameralı cep telefonu şeklinde elimize geldi. Haliyle geniş bir kullanıcı kesimiyle buluştu.
Cep telefonu almışken bir de kameraya sahip olan günümüz insanı, bu müthiş buluşmayı destekleyen görüntü düzenleme programları sayesinde, hızla ve çok sayıda görüntü üretme ve yollama imkanlarıyla birlikte fotoğrafta yeni bir çağ başlattı.
Bu çağda fotoğraf çeken insan davranışı yeni bir şekil aldı. Tek elimizin avuç içine aldığımız görüntü kaydediciyi bir kol boyu uzakta tutarak fotoğraf çekmeye başladık. Böylece kamera fotoğrafçıya daha fazla tabi hale geldi. Fotoğrafçıyla fiziksel ilişkisini gövdeyle ve gözle sınırlamaksızın kolun daha fazla seçenek sunan hareketlerine uyum sağladı. İlk dönemde fotoğrafçı kameranın etrafında dolaşarak görüntü üretirken artık kameralar fotoğrafçının bedeni etrafında daha özgür hareket edebiliyor.
Lafın sonuna gelmişken,
“Fotoğraflama sırasındaki davranışlarla fotoğrafın ne ilişkisi var?” diye sorulacak olursa, bu yazının sınırlarını zorlamadan şunu söyleyebilirim:
Fotoğraf tekniğindeki gelişmelerle birlikte kamera kullanan fotoğrafçının davranışları da değişti, eyvallah. Bu değişim fotoğrafçının görme biçimlerini etkiledi, hatta değiştirdi. Görsel anlatımın bir “medyum” olarak fotoğraftaki ifade imkanları çoğaldı.
Fotoğrafçının konusu karşısında durmak için seçtiği mesafe, meseleye baktığı açı ve akan zamanı deklanşöre basarak durdurmaya karar verdiği an, bu değişimin özgürleştirici sonuçları sayesinde müthiş olanaklara kavuştu. Fotoğrafta anlatım olanakları çoğaldı. Fotoğrafçılığın “arkaik” devirlerinden kalma “güzel görüntüler üretme marifeti olarak fotoğrafçılık” yerini görme düzeneklerini delen, gösterme biçimlerini ihlal eden, görüntü okuma alışkanlıklarını bozan yepyeni ifade alanlarına bıraktı.
Görüntülerin sadece biçimsel değişimle sınırlı kalmayan yapısı dönüşürken zengin içerikler taşıyabilme kabiliyeti çoğaldı, görsel hikayelendirme çeşitlilik kazandı. Kuşkusuz bu dediklerim fotografik görüntünün bir sanat elemanı ya da doğrudan iletişim aracı olarak kullanımına yönelik sözler. Ancak fotografik görüntü üreticileri bu maksatla fotoğraf çekenlerden ibaret değil elbet. Hepimizin fotoğrafla kurduğu ilişkinin kökeninde o varoluşsal dürtü yatıyor galiba. Bakmak, gözlemek DİKİZLEMEK. Cep telefonlarıyla birleşen görüntü kaydediciler bu dürtüyü yeniden tanımlama fırsatı yaratıyor, görürken gösterme ilişkisini yeniden anlamlandıracağımız imkanlar sunuyor bize.