FOTOGRAFYA
-Ortaokul
yıllarında resimle ilgilenmişsiniz, lisede ise fotoğrafa
başlamışsınız. Fotoğraf alanında böyle derinleşmenizi
etkileyen unsurlar nelerdir? KAMİL
FIRAT -
Bir İngiliz’e bu soruyu sorsanız, on kuşak öncesinden bir
yerlere atıfta bulunabilir, ben öyle bir atıfta bulunamam çünkü
benim ailemde böyle fotoğrafla uğraşan falan yoktu. Ama
kuzenlerim mimarlık okuyorlardı. Benden büyüktüler onlar. Bizim
ailemiz benim kuşağımda daha çok temel bilimler üzerine okudu,
işte doktordur, vesairedir. Benim dedem köylü, babam ilkokulu
bitirmemiş bile, ama babam çok derinlikli bir adamdı. Ben
ortaokuldayken iki konuda açık çek vermişti. Bir kitapçı ile
anlaşmıştı, istediğin kitabı gidip oradan alabilirsin, ben
sonra gider parasını veririm demişti. Bu çok önemliydi, kendi de
çok okurdu. Ailesi çok yoksulmuş, zorunluluktan ilkokulu
bırakıyor. Çoğu Karadenizlinin yaptığı gibi o zamanlar
gemilerde çalışıyor, gemilerle bütün dünyayı dolaşıyor.
Babam böyle bir adamdı, ama dediğim gibi okuma konusunda sonuna
kadar açık çeki vardı. Benim fotoğrafa merakımın başladığım
yetmişli yıllar. Bizden biraz büyüklerin “daha fazla
özgürlük... Tam Bağımsız Türkiye... dediği zamanlar. Bu
durumun beni de etkilediğini ve bunun yanısıra “birey” olmak,
kendini ifade etmek gibi kaygılarında eklendiği bir ruh haline
sahiptim. Bir tarafta kalabalıklar, diğer tarafta “yalnız”
ruh... Böyle bir ruh hali içindeyken fotoğraf ile tanıştım.
Yani lise yılları.Bir tarafta ütopya olmayan ütopyalar, diğer
tarafta kendinizi ifade etme yolu arayışları... O yıllarda
yaşayan benim yaşıtlarımın çoğunun ruhunda bu ikircikli hal
vardı sanırım. Birey olamadan başkalarının “birey olma hakkı
üzerine büyük cümleler kurulan, bir tarafta özgürlük
söylemleri ancak o söylemlerin arkasında bazen açık bazen kapalı
tutucu bir ortam. Hep
ruhta büyük çatışmaların olduğu bu ortamları yaşayanlar
bilir. Belki de tüm bunlar benim fotoğrafa yönelmeme neden
olmuştur. İlk fotoğraf çekmeye başladığımda, fotoğrafı
öğrenebileceğimiz kaynak ve insan vardı belki ama kolay
ulaşılamıyordu. Fotoğrafa dair ilk bilgileri açıkçası film
kutularının içine yerleştirilen prospektüslerden ve filmleri
yıkatıp baskı yaptırdığımız fotoğrafçıların
tavsiyelerinden öğreniyorduk. Bu dönemi yaşadığım zamanlar
babamın görevi nedeniyle Bolu’daydım. Babamdan bana kalan
Zeiss’ın 6x6 makinesi ile fotoğraflar çekiyorum. Yedigöller’de
çektiğim bir filmi, askerlerin siyah beyaz fotoğraflarını çekip,
pozitif üzerinde renklendiren Sedat Özşen’e yıkaması için
vermiştim. O filmi yıkadıktan sonra bir tanesini kendi isteği ile
18x24 basmıştı ve “sen fotoğrafla uğraş” demişti. Yani
onun o lafını hiç unutmam, gözümün önündedir ve şunu
demişti, “bu dükkan artık senin, istediğin zaman gel baskını
yap, öğren...” Teknik bilgisi çok fazlaydı Açıkcası daha
sonra Sedat amcadan çok şey öğrendim. Negatif rotüş, siyah
beyaz renklendirme vs. gibi. Bir
müddet sonra evdeki bir gömme dolabı karanlık oda yapıp
filmlerimi kendim yıkayıp baskı yapar hale gelmiştim. Karanlık
odanın büyüsü beni ilk başladığım yıllardan itibaren çok
etkilemiştir. İnsan orada kendini bir büyücü gibi nissediyor.
Ufak ışık kaynakları... banyolar... gölge oyunları...
maskeler... Sonra ortaya iki boyutlu bir düzlemde gerçeğin bir
analojisi... Müthiş bir şey bu. Ve bu zamanları çok uzun zaman
yaşadığım için çok şanslı sayarım kendimi. Dün
1 Mayıs’tı, aslında o dönemde birçok 1 Mayıs’ın
fotoğrafını çekmiştim, yani bir gün onları da inşallah
çıkarırız diye düşünüyorum. İşte böyle başladım. FOTOGRAFYA
-Çok
güzel bir hikaye, burada benim ana fikir olarak gördüğüm doğru
zamanda doğru kişi hayatınıza dokunmuş .. KAMİL
FIRAT -
Kesinlikle katılıyorum, böyle bir kesişme olmasaydı, hayat
nereye savururdu bilmiyorum. Ama ben liseyi bitirdikten sonra
Ankara’da Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü vardı,
oraya girmiştim. Oraya girme nedenim, ağabeyim oranın öğrenci
temsilcisiydi. Onu ziyarete giderdim. Çok etkilendiğim ortamı
vardı. Yurdu iki kişilik odalardan oluşan ve Ankara’nın en
güzel yerlerinden biri olan Yücetepe’deydi. İki yıl okula devam
ettim. Ancak okulun bana göre olmadığına karar vermiştim ve
babama ben fotoğraf okumak için, Güzel Sanatlar Akademisi’nin
sınavına gireceğimi söylediğimde (onun okumak konusunda çok
büyük desteği vardı) “nerede mutlu olacaksan orada oku”
demişti. Ben de yetenek sınavlarına girdim ve Akademi hayatım
1980 yılında başladı. FOTOGRAFYA
- Mimar
Sinan Üniversitesi Fotoğraf Bölümü’nden 1986 yılında mezun
oldunuz. Bugün aynı bölümde ders vermeyi sürdürüyorsunuz.
Sanat eğitimi bir fotoğrafçının ya da sanatçının yetişmesi
için yeterli midir? KAMİL
FIRAT -
Bir eğitim kurumu ya da benzer hiçbir kurum bir kimseyi sanatçı
yapamaz, bu mümkün değil. Çoğunlukla bir sanat kurumuna
girildiğinde otomatik olarak sanatçı olunacağı yanılgısı söz
konusu. Kurumlar sadece yol gösterirler ve aslında parantezin içini
doldururlar ve parantezin içi ile de sanat olmaz, parantezin dışı
ile olur. Kurumlarda aktarılan bilgi ve deneyim çok değerli, ama
diğer taraftan da statükocu tarafları vardır. Yeni düşüncelere
çabuk tepki veremezler ve daha gelenekçidirler. Refleksleri biraz
zayıftır bu tür kurumların. Dolayısıyla burada bir çelişki
ortaya çıkar yani bir tarafta eskide kalmış bilgi öbür tarafta
bugünün dünyası, o çelişkiyi burada okuyan her öğrencinin
çözümlemesi gerekir, bu her öğrencinin kendisi çözümlemesi
gerek, bu dışarıdan çözümlenecek bir şey değil. Herkes
kendisi çözümleyecekse, bu tür sanat kurumlarına ne gerek var
anlamında söylemiyorum bunu. Hayır bu kurumların çok değerli
olduğunu, çünkü size damıtılmış bir tarih verir, yani
bilgiyi, bu konuda yapılmış her şeyi önünüze koyar ve der ki;
“Al kardeşim bütün bilgi bu, bunun üzerine sen ne koyuyorsun?”
Çoğu kişi sadece o bilgi ile yetindiği için hiçbir şey olmaz,
ama onun üzerine küçük bir ekleme yaptığında, oradan bir şey
olabilir. FOTOGRAFYA
- Fotoğraf
çalışmalarınızda kültürel bir derinlik var. Felsefeyle
ilgileniyorsunuz (Dil-göstergebilim-fenomenoloji-yapısöküm),
Tarihle ilgileniyorsunuz, Edebiyatla ilgileniyorsunuz, üzerinde var
olduğumuz toprakların gelenekleriyle özgün bir Türk fotoğrafı
yaklaşımı sürdürüyorsunuz diyebilir miyim? KAMİL
FIRAT – Bütün
okuyanlar, araştırma yapanlar için düşülecek en tehlikeli şey
bilginin kibrine, terimin gerçek karşılığı ‘epistemik kibre”
düşmektir. Bakın “ben ne kadar çok şey biliyorum”
hastalığıdır bu ve her hastalığın tedavisi var. Bunun yok. O
nedenle bunu baştan söylemekte yarar var. Biz
neden farklı konularda okuyoruz, araştırma yapıyoruz... Açıkcası
yaptığımız işi daha iyi yapabilmek için. (Benim birkaç
kimliğim var. Bunlardan bir tanesi fotoğrafçılığım, diğeri
eğitimci tarafım. Özellikle eğitimci olduğunuzda “bir”
anlatabilmek için “on” bilmek zorundasınız.” Sadece
fotoğrafçı kimliğiniz sizi eğitimci yapmıyor. Tabii ki
birbirini çok etkileyen tarafları var ancak sadece fotoğrafçı
olmanız yetmez.” Yani özetle; “bakın, bak ben neler biliyorum
haberiniz var mı” saçmalığına düşmeden, işimizi iyi
yapabilmek, dünyaya daha geniş bir “bakış konisi” ile
bakabilmek için farklı disiplinler ile ilgilenmek zorundayız.
İlgilendiğim alanlar, örneğin “dilbilim” gibi... Beni
dilbilimci yapmaz. Sadece fotoğrafın dil boyutunu kavramam için
destek sağlar. Öğrencilerime en çok önerdiğim kitaplarda
açıkçası dilbilim alanındandır. Niye dil ile uğraşıyorsunuz,
fotoğrafın dili dediğinizde dilin yapısallığını bilmek
zorundasınız. Hani çok basit anlamda, kullandığınız gündelik
dilin de yine yapısallığını bildiğinizde, onunla yaptığımız
iş arasında bağ kurarsınız, karşılaştırırsınız, hangisi
nerede birbiriyle örtüşür nerede kopar. Zira bizim uğraşı
alanımız olan fotoğraf, aslında çok zor bir alan. Fotoğraf
–bana göre- dünyanın en zor işlerinden biridir. Sizi bağlayan
şey, sadece imgeleminiz değil. Fotoğrafın nesneler dünyası ile
olan nedenliliği, sizin hem avantajınız, hem de dezavantajınız.
Çünkü orada siz kendinizi ifade ederken o gerçekliğin yan
anlamları nedir, toplumda zamanla ne değişmiştir, bütün bu
anlam örgüsünü bilmek zorundasınız. Bu sadece fotoğrafa dair
bir bilgi değildir, tamamen dünyaya dair bir meseledir, o yüzden
de tabii ki felsefe ile de uğraşırsınız. Ama bu sizi felsefeci
yapmaz. Sadece düşüncemizi geliştirebilmek için,
zenginleştirilebilmek için uğraşıyoruz, yoksa haddimize mi...
Roger Bacon’ın bir cümlesi var, (Bacon sülalesi İngiltere'de
1000 yıldır varlar) diyor ki; “senin felsefeci olman için
babanın felsefeci olması yetmez, babanın babasının babasının
babasının babası da felsefeci olmalı”. Tabii ki İngiliz
snopluğunu burada görüyoruz, ancak altında da bir gerçek yok
değil. Yani siz el yordamıyla otuz yaşında bir takım şeyleri
keşfediyorsunuz. Hadi şanslısınız yirmi yaşında
keşfediyorsunuz, orada çocuk felsefenin içine doğuyor, evin
duvarlarında sinmiş, oysa sizin duvarlarınızda badana var, yani
başka bir şey yok. Şimdi o yüzden de biz daha çok çaba sarf
etmek zorundayız, daha çok okumak zorundayız, daha çok bilgiye
ulaşmak zorundayız. Ama bütün bunlar demin Akademi örneğinde
verdiğim gibi gerçekten parantezin içini doldurur, yani bilgiye
dair bir meseledir bu. Onunla da iş yapamazsınız, onun dışında
kalan yani o parantezin dışında kalanla siz ne yapıyorsunuz? O
parantezin içini ne kadar çok doldurursanız kenarlardan taşar ve
o da dışarıya biraz katkı sağlar diye düşünüyorum. O nedenle
de evet yani ben birçok disiplinin ile uğraşmaya çalışıyorum,
mesela dilbilim... Fotoğrafı yaşam biçimi yapan herkesin yolunun
kesişmesi gereken bir alandır dilbilim. Örneğin Wittgenstein;
“Biz sözcüklerle düşünürüz” diyor. Evet... gündelik
hayatımızda biz sözcüklerle düşünüyoruz, ancak fotoğraf
alanına geldiğimizde, sadece sözcüklerle düşünmemiz, fotoğraf
üretmek için yeterli değil. Siz fotoğrafın yapısallığı
içinde yer alan fotoğrafın dili ile düşünebildiğiniz oranda
fotoğrafınız “bir şey söyler.” Çoğu kişi gündelik dille
düşünür ve fotoğraf çeker. Problem burada ortaya çıkar.
Dolayısıyla orası çok sofistike bir hale geliyor. O nedenle dili,
dilin yapısallığını bilmek zorundayız galiba. Örneğin
göstergeler diyoruz, göstergebilim diyoruz... Yani anlam
üretiyorsunuz. Sonuçta biz anlamsız nesneler üretmiyoruz ki,
anlamsız nesneler üretmek gibi bir derdimiz olsa sorun yok. Kısaca
“aman ne güzel fotoğraf” demek için fotoğraf çekmiyoruz (o
çok kolay), bizim bir derdimiz var ve onu söylemek istiyoruz. Sorunun
ikinci bölümüne gelince, bizim en iyi bildiğimiz şey, bizi
şekillendiren bu topraklar. Biz bu topraklarda doğduk, burada
yoğrulduk... Dolayısıyla buranın bilgisi, kültürü ile
şekillenmiş bir ruha sahibiz. Sonuçta bu toprakları dert eden, bu
toprakların daha keyifli hale gelmesi için söyleyecekleri olan
insanlarız. Bu söyleyeceklerimi ben açıkçası “fotoğraf”
ile söyleyebilirim. Benim söylemim fotoğraf düzlemindedir. Ben
konuşmalarımda bir şeyler söylüyorsam, ancak o yaptığım işte
yoksa, işte orada benim için sorun vardır. Yani
ressam, çok şikâyeti var ülke ile ilgili, ama resmi şikayet
etmiyor. Fotoğrafçı çok şikâyeti var, her şeyden şikayet
ediyor, işte sokaktan şikayet ediyor, iktidardan şikayet ediyor,
hayattan şikayet ediyor. Sonra dönüp bakıyorsun fotoğrafında
hiç bir şikâyet yok. O zaman bir problem var. Ya o yanlış ya
burada söylenen yanlış, oysa insan neyse odur. Ben burada bir şey
söylüyorsam, o söylediğim her sözcüğün fotoğrafta karşılığı
olmak zorundadır. Olmak zorunda yoksa hani ben ayrıyım fotoğrafım
ayrı... Bu tam fotoğrafın “dolçe vita”sı... Ne güzel...
köpek gezdirir gibi makine gezdiriyorsun... Bu vesileyle sende
gezmiş oluyorsun. Geziyorsun ama o kadar... Benim anladığım
anlamda fotoğrafta bu değil. Siz ne iseniz fotoğrafınız da odur. FOTOGRAFYA
- Fotoğraf
çalışmalarınız önce belleğinizde oluşuyor, sonra uygun
bulduğunuz bir zamanda eyleme geçiyorsunuz, neden böyle bir süreç
yaşanıyor ya da yaşıyorsunuz? KAMİL
FIRAT –
Aldığım eğitimin de etkisi ile analitik bir zihne sahip olduğumu
söyleyebilirim. Bunun ağırlıklı nedeni de “modernist”
diyebileceğimiz bir eğitim sistemi içinden geçtim. Neden sonuç
ilişkisinin her seferinde sorgulandığı bu yapı beni de belki
hastalık(!) derecesinde analitik bir zihne sahip olmama neden olmuş
olabilir. İşin şakası bir yana bu zihin yapısına sahip olmak,
çalıştığımız konuları da şekillendirirken bizi derinden
etkiliyor. Örneğin “çevre” konusunda bir çalışma yapmak
istediğimde; hemen makineyi alayım, çevre problemi yaşanan
yerlere gideyim ve fotoğraflar çekeyim gibi bir yol izlemem. Çevre
problemlerinin ilk ortaya çıkışından, bu çıkışın
arkasındaki sosyo ekonomik, sosyo kültürel nedenler nedir gibi
sorulardan başlayarak, konunun bütün ayrıntılarını öğrenmek,
o konulardaki araştırmaları incelemek gibi bir yol izlerim. Ve
bütün bunları yaparken “var olan durumu” aktarmanın ötesinde,
bu konuya dair ben bir “yorum” getiririm kendi içimde. Sonra bu
fotoğraf düzleminde, fotoğrafın dili ile nasıl aktarılır. Esas
konu burada başlar. BU konularda konuşmak, yazmak kolaydır. Ancak
bunu fotoğraf üzerinden dile getirmek çaba gerektiriyor Bunlar
içinde etüt gerekiyor, çalışmak gerekiyor, ama bütün bunların
yanında da insanın hep yeni bir şeye de açık olması gerekiyor.
Bu proses hani biraz çelişkili gibi gelebilir, hem kafanda bu kadar
kuruyorsun ama sonra sürprizi de istiyorsun, nasıl olacak
denilebilir? Böyle kafanızı köşeli hale getirmediğiniz de
aslında sürprizler de önünüze çıkıyor, ama ana hatlarıyla
bir tasarımdır. Benim
üzerinde durduğum bir konu var. Öğrencilerimle de bunu çok
konuşuyorum. Örneğin ressama soruyorsun “resim nedir”? “bir
tasarımdır” diyor. Bir mimara soruyorsun “mimarlık nedir”
diye, “bir tasarımdır” diyor. Heykeltıraşa soruyorsun “heykel
nedir”? “tasarımdır” diyor. “fotoğraf nedir” diye,
“fotoğraf çekmektir” diyor. Fotoğrafa büyük haksızlık bu.
Fotoğrafta diğer tüm disiplinler gibi zihinsel tasarımdır.
Fotoğraf –sadece- bir çekme eylemi değildir, bir tasarım
sürecidir ve o yüzden de, işte önceden tasarlıyor demek
şaşırtıcı bir şey değil, öbürü şaşırtıcı olur, çekme
eylemi şaşırtıcıdır. “Çekiyorsunuz” böyle bir ifadenin
karşılığı yok. Fotoğraf içeriğinden başlayarak tekniğinden
estetiğine kadar bir tasarım sürecidir. Tüm
bu söylediklerim bir konu çalışırken parantezin içini doldurmak
anlamına gelir. Daha önce de söylediğim gibi parantezin içini ne
kadar çok doldurursanız, parantezin dışında sizin söyleyeceğiniz
“şeyler” daha fazla olur. Evet tasarım... Buna hiç itirazım
yok, ancak sadece o değil... Kendi
çalışmalarımdan bir örnek vermek istiyorum. Geçen yıl
pandemiden önce “Yaprak” adlı bir sergi açmıştım. Bu
konunun ilk notlarını 12 sene önce almıştım. İlk olarak
“sansür bizim zihnimizde oluşturduğumuz bir bağdır”
yazmışım. (Bu arada fotoğrafçılar pek yazmaktan hoşlanmazlar
ama mutlaka yazmaları gerektiğini düşünürüm ben. Yazmak;
formüle etmektir. Yazmayı çok önemsediğim için matbaacı
arkadaşım üzerinde benim logomun olduğu 50 adet defter basmıştı.
Bu sana epeyi yeter diyerek.) 12 yıl boyunca tabii ki sadece bu
konuyu düşünmedim. Ancak dönem dönem bu konuya dönüp, eskizler
karaladım, sorguladım... En önemli sorgulama söyleyeceğin şeyi,
fotoğraf diliyle nasıl söyleyeceksin. Burayı çözümledikten
sonra, gerisi kolay açıkçası. Sonra önüme bir tarih koyuyorum.
Hatta daha ileri gidip, galeriden gün alıyorum. Bu bizi daha fazla
disipline eden bir yol. FOTOGRAFYA
– Adatepe Taş Mektebi kurdunuz. Burada felsefi toplantılar
düzenliyorsunuz. Bu çalışmaların amacı hakkında ne söylemek
istersiniz? KAMİL
FIRAT –
Adatepe Taş Mektep, bundan 20 küsur yıl önce üç kişinin bir
araya gelerek kurduğu, seminerlerin, atölye çalışmalarının
yapıldığı bir mekan. Adatepe köyünün ilkokulu köy okullarının
kapatılma uygulamasından dolayı kaderine terk edilmiş çok
kimlikli bir yapıydı. Üç arkadaş (bir reklamcı, bir sanat
tarihçi ve şahsım) “burada Ege denizine bakıp felsefe
konuşulsa” diyerek okulu aldık ve restore ettik ve o cümlenin
hayata geçmesini sağladık.
Türk
entelijansiyası oradan geçti diyebiliriz, İlber Ortaylı’larından,
Mehmet Gençler’e, Oruç Arıoba’dan Hilmi Yavuz’a -ki Hilmi
Yavuz bizim en büyük destekçimizdi, çok sağ olsun.- Ömer
Madra’dan Meral Özbek’e ve daha birçok insan burada seminerler
verdi. Tabii
okul o kadar popüler oldu ki, köyü de popüler yaptı, çok fazla
popüler yaptı ve her popüler yer gibi buranın da biraz tadı
kaçtı. Yazın araçlardan köye giremiyorsunuz. Kalabalıklar,
arabalar, vesaireler, niye geliyorlar bilmiyorum ama geliyorlar işte. Taşmektep’de
çam ağaçlarının altında, çekirge sesleri ile Ege'ye bakıp
felsefe konuşuyorsunuz, çok önemli olduğunu düşünüyorum ama
yani her kurum gibi bugün dönüp baktığımda artık başka bir
şeye geçmesi gerekiyor, artık başka bir dünya yaşanıyor ve o
başka dünyayı anlayacak ve yorumlayacak kurumlara dönüşmekde,
kurumların yaşaması için çok önemli... FOTOGRAFYA
– Bazı
serileri üretirken, o seri için kendiniz yeni bir kamera
yapıyorsunuz. Bu özel bir bilgi alanı fakat bir yönden de o
seriye yeni bir değer katmanı ekliyor. Hangi serilerde, hangi
kameraları yaptınız, özellikleri nelerdi? Amaç neydi? KAMİL
FIRAT -
İlk yaptığım makinayı Kapadokya için yapmıştım, ben çok
uzun zaman Kapadokya çalıştım, 30 küsur sene. Diploma projemde
Kapadokya’ydı, yani öğrenciliğimde başlamıştım. Kapadokya
yatay proporsiyonu olan bir coğrafya. Bir başka deyişle yatay
kadrajlara çok uygun. O yıllarda ağırlıklı olarak orta format
çalışıyordum. Kapadokya’nın bazı noktalarında panoramik
sayılabilecek bir makineye ihtiyaç duymuştum. Böyle birkaç
markanın makinesi vardı. Ancak bedelleri gereksiz bir
yükseklikteydi. O makineler; Linhof’un 6X12’si, 6X17'si ve
Fujika’nın 6X17’si idi. Açıkçası ciddi makine yatırımı
yapmışımdır, ama o zamanlar öyle bir makine bu kadar eder mi
demiştim. Sonra, 6X12 makine yapabilir miyim diye düşündüm. O
dönemde Rusların Lupitel’ini de üreten fabrikanın stereo
çekimler için yaptığı iki 6x6 kareden oluşan bir makinesi
vardı. O gövdeyi modifiye ederek ve önüne schneider’in 65mm
süper Angulon optiğini takarak bir makine yaptım. Helicoidi ise
pentagon six’in 80 mm optiğini keserek yapılmıştı. O makine
ile Kapadokya’da çok fotoğraf çektim açıkçası. Daha
sonraları da kullandığım bir makineydi o. Kapadokya
için yapmış olduğum makine var olan, üretilmiş bir formatın
yeniden üretimi idi. Eğer o günlerde Linhof 6x12 almış olsaydım,
böyle bir makine yapmak aklımdan geçmezdi herhalde. Ancak daha
sonraki yıllarda çalışmış olduğum “Kubbe” çalışması
için yaptığım makinenin bir benzeri yoktu. “Kubbe”
konusu nedir? Diye sorulabilir. Uzun zaman mimari konularla
ilgileniyordum. Özellikle Osmanlı camileri hep ilgimi çekmişti.
Osmanlı’nın simgesi açıkçası camidir desek pek yanlış
olmaz. Ve yine Osmanlı’nın tarihini, Osmanlı döneminde yapılmış
camiler üzerinden okumak da mümkündür. İlk kuruluş dönemlerinde
yapılmış alçak gönüllü yapılardan, ihtişamlı imparatorluk
zamanlarına ve nihayetinde Batılı düşüncelerin etkisine girdiği
son dönemlerin hepsini “Kubbe” üzerinden okumak mümkündür
diye düşünüyordum. Bunu fotoğrafla nasıl anlatırım dediğimde,
meselenin estetiğine dair bir çözüm de üretmem gerektiğini
düşünmüştüm. Kubbe Osmanlı’nın bulduğu bir yapı ögesi
değildir. Ancak Osmanlı Kubbe’yi açıkçası kendileştirmiştir.
Bu nedenle İslam düşüncesinin estetiği ile kubbe formu arasında
birbirini tamamlayan birçok kesişme olduğu bir gerçektir. İslamın
döngüselliği ile dairesellik arasındaki bağ, fotoğraf
düzleminde de buna uygun bir biçim çözümlemesini zorunlu kılıyor
gibi. Oradaki daireselliği fotoğrafın sınırlarında da görmek
gerekir diye düşündüm. O daireselliği bir tek balık gözü
optikler veriyordu ancak çok büyük deformasyon ortaya çıkıyordu.
Bu benim hiç istemediğim bir şeydi. Ben de distorsiyonu neredeyse
olmayan ve 4x5 inç filmi neredeyse dolduracak bir optiğin arkasına
4x5 inç bir gövde yaptım. Aslında bir makine yapmak zor bir iş
değil, işte bir karanlık kutu yapıyorsunuz sonuçta.(Fotoğraf 3
a-b-c) Ama niye yaptığınız çok önemli, o makinada öyle yapıldı
ve dolayısıyla düşünceyle estetik arasındaki ve biçim
çözümlemesi anlamında bir makine üretildi. Sonuçta bu çalışma
Osmanlı Kubbelerinde Osmanlı’nın tarihini anlatmıştım. Kubbe
sergisi 2004 yılında Tophane-i Amire Binasında açılmıştı.
O
makine ile daha sonra “ufka dair” adlı çalışmayı da
yapmıştım.
Daha
sonra sekiz optikli bir makina yaptım ki daha onunla ilgili hiçbir
fotoğraf göstermedim. O makineyi yirmi yıl önce yaptım ben, daha
hiç çıkartmadım, neden çıkartmadım daha vakti var diye
düşünüyorum. Onu da aslında çok eğlenceli bir noktadan yola
çıkarak yaptım. Panoramik çekerken böyle makineyi çeviriyorsunuz
biliyorsunuz. Hani 360° çekebilirsiniz ama ilk kare ile son kare
arasında zaman farkı var, bu büyük problem, tekil bir zamandan
söz etmiyorsunuz orada. Ben o makina ile aslında 360° panoramayı
tekil bir zamanda çekmeyi planladım. Nihayetinde 8-10 tane Lubitel
makine aldım, optiklerini söktüm, böyle çok iri bir gövde
yaptım. Her seferinde bir rol film, tek bir kare olarak çekilmekte.
Hatta onu bir İngiliz arkadaşım görmüştü, ilk gördü ve şunu
dedi. Laz olduğum için “ya bu tam, Laz kafa” dedi. Biz de ona
Laz kafa diyorduk o öyleydi yani o makine öyle yapıldı. Benim
için iyi bir tasarımdır o. yani onu çözümlemek sekizgen bir
makine yapmak, çok eğlenceliydi. Yani keyifle yaptım onu. Geçtiğimiz
yıllarda da bir başka makine yaptım. Onun yapılma gerekçesi de
uzama ve alan derinliğine dair birtakım kaygılardan dolayıdır.
Bugün kullandığımız geniş açılar konusunda birtakım
sıkıntılar olduğunu düşünüyorum. Oysa “çevre” üzerine
çekmek istediğim fotoğraflarda uzama dair beklentilerim farklıydı.
Önde kullandığım nesneler ile arka plan arasında diyaframın
sağladığı bir alan derinliğinin ötesinde birtakım arayışlarım
vardı. Aradığım etkiyi 35 mm makineler için üretilmiş 24mm
shift optiği, orta format bir back önüne taktığımda, istediğim
etkinin olacağını planladım ve çok keyif aldığım bir tasarım
süreci sonucunda (uzun bir zaman uğraştım) makine ortaya çıktı.
Test çekimleri tam istediğim etkiyi vermişti. “Mektuplar”
sergisinde yer alan “Kuğu” serisi o makine ile çekildi...
Alçıdan
yapılmış bir kuğu heykelciği o serinin alameti farikasıdır.
Ancak Kuğu fikrinin ortaya çıkışı 80’li yıllara kadar
uzanır. “Kıyı” çalışmamın nirvanası da ölü bir
kuğudur... Kuğu imgesi bu ülkenin karanlık tarihini en hazin
şekilde anlatabilecek bir imgedir sanırım. FOTOGRAFYA
–Fotoğrafı
anlamak ve sevmek için mutlaka fotoğrafçı olmaya gerek yok,
fotoğraf anlayışını sorgulamak için bu sorulara yöneldim.
Fotoğraf bir kültürel meseledir ve fotoğrafçıların fotoğrafı
anlaması gelişmeleri açısından önemlidir. İşte, beş altı
hafta kursa gidiliyor, kalıplar ve hikmeti kendinde menkul bir
kompozisyon anlayışıyla herkes fotoğrafçı oluyor. Sonra ışık
gölgeyi öğreniyor, sanatçı oluyor. Fotoğraf’ı bir ürün
olarak bir ağacın meyvesine benzetebilir miyiz? İyi bir ürün
için iklim, tüm etkenler önemlidir, ekolojik yapı önemlidir,
toprağın geçmişi önemlidir. Ağacın birikimi yoksa meyva olmaz,
ama fotoğraf oluyor. Mimar Sinan’da uzun yıllardır fotoğraf
eğitimi veriyorsunuz, bu bağlamda bir fotoğrafçının kendini
eğitmesi ve geliştirmesi konusunda önerileriniz nelerdir? KAMİL
FIRAT -
Ne ile uğraşırsanız uğraşın, yaptığınız işin en iyisini
yapmak için onun bilgisini yarım yamalak bilmeniz yeterli değil.
Fotoğrafın bilgisinine sahip olmak sizi “fotoğraf çeken” biri
yapabilir ancak, gerçek anlamda “fotoğrafçı” yapar mı?..
Emin değilim. Yaptığınız işin bilgisine kaçınılmaz olarak
sahip olmak zorundasınız. Bizim işimiz fotoğraf… O bilgi sizi
bir kültür insanı yapmıyor açıkcası. Yaptığı iş ile,
gelenek, bilgi, tarih, yaşadığı coğrafyanın bütün o kültürel
birikimini harmanlayabildiği ve bu harmandan “yeni bir şey”
çıkarabildiği oranda “fotoğrafçı”, bir adım ileriye
götüreyim, “kültür insanı” olunabiliyor. Başlangıçta dile
getirmeye çalıştığım gibi kitaplara boğuldunuz ve kitap gibi
konuşuyorsunuz, ancak ait olduğunuz “kültür”e dair hiç bir
kırıntı yok. Ona sinmiş hiçbir koku yok… Yaptığınız iş
yaptığınız yerin kokusunu taşıyacak, o koku olacak, o koku
olmadan olmaz. Bugün teknoloji bize o kadar olarak tanıyor ki,
Japonya'da çekilmiş bir fotoğrafa anında ulaşıp didik didik
edebiliyorsunuz.Bugünün dünyası bu olanağı veriyor. O yüzden
de sizi özgün kılacak olan şey önemli. En
son Meksika, Museo
Nacional de las Culturas del Mundo’da 2018-2019 yılında kişisel
sergi açtım.“La
luz de Anatolia” isimli, 48000 kişi izlemiş (rakamı vermemin
nedeni üzülmemiz için. Bizde bir sergiyi birkaç bin kişi
izlediğinde seviniyoruz.) Sergi için yazışmalar sırasında uzun
bir biyografi göndermiştim ve içinden “hangi çalışmayı
istiyorsunuz” diye sorduğumda “Anadolu” dediler. “Sizin
coğrafyanın kokusu alalım, kendi kültürümüzde karşılaştıralım”
dediler. Yoksa
moda uygulamalar, size ait olmayan kültür formları ile bir şey
ürettiğiniz de, belki buralarda karşılık buluyor ancak
yurtdışına gittiğinde, “aslı bizde kardeşim.”, neden
bakayım sorusu ile karşılaşmak hiç uzak değil. Evet… o yüzden
okumak, biriktirmek, ülkeyi gezmek ve ülkenin kokusunu hissetmek ve
hissettirmek lazım. FOTOGRAFYA
–Anadolu
önemli bir uygarlık beşiği. Üzerinde farklı yönetimler,
uygarlıklar kurulmuş, göçler yaşanmış. Bu toprakların
kültürel geçmişi üzerinde varlığını sürdüren bizlerin,
sanatın beşiklerinden biri diyebileceğimiz bu topraklarda,
genellikle, neredeyse içeriğini yitiren, gösterişe dayalı,
farklı kültürlerin biçemlerinin baskın olduğu bir fotoğraf
yaklaşımı içinde olunduğu izlenimindeyim. Oysa kendi
tarihselliğinin birikimiyle, kendi geçmişinin formlarından
yararlanan bir anlayışın geliştirilmesi gerektiği inancındayım.
Bu konuda neler söylemek istersiniz? KAMİL
FIRAT - Benim
uzun süredir çalıştığım konulardan bir tanesi Mimar Sinan ve
eserleridir. Mimar Sinan, bu coğrafyanın, içinde yaşadığımız
coğrafyanın dünyaya armağanıdır. Sinan’ı İtalyanlar,
“Doğu’nun Michelangelo’su” sayarlar. Herkes bilir ki
İtalyanlara bu bu cümleyi kurdurmak kolay değildir. Büyük
Deha Mimar Sinan’dan günümüze kalan en değerli yazılı kaynak,
Tezkiret-ül Bünyan’dır. Tezkiret-ül Bünyan -yapılar kitabı-,
Sinan’ın yaşlılık yıllarında kendi ağzından anlattığı ve
Sai Mustafa Çelebi tarafından kaleme alınan el yazması kitaptır.
Bu yarı biyografi, yarı otobiyorafi niteliğindedir. Bazı
bölümlerinde Sai Mustafa Çelebi’nin ağzından, bazı
bölümlerinde ise Mimar Sinan’ın ağzından anlatılmaktadır. Bu
el yazması kitap da Sinan şöyle bir cümle kurar: “Arap ve Acem
ülkelerinde gezip tozdum. Her saray kubbesinin tepesinden ve her
harabe köşesinden bir şeyler kaparak, bilgi ve görgümü
arttırdım”... Sinan
gibi olağanüstü bir insan aslında bize şunu söylüyor;
“birikmiş olana bakın, sizde biriktirin.” Sinan,
kendinden öncekini alıyor, onu yorumluyor, onu yorumlarken de
kendinden öncekini reddetmiyor. Bizim
en büyük açmazlarımızdan birinin geçmişimizi Anadolu’ya
gelişimiz ile başlatmamız. Sanki biz Anadolu'ya geldik tarih o
zaman başladı… Hayır 12.000 yıldır –şu anda ulaşılabilen
o da-bu topraklarda kültür biriktiriliyor. İşte Göbeklitepe,
yarın belki çok daha eskisi çıkacak… Şu anda bilmiyoruz. Biz
Anadolu’yuz. Göbeklitepe'de, Çatalhöyük’te, Pamfilya’da,
Likya’da, Selçuklu’da, Osmanlı’da Ben’im.... Böyle
bakılabilirse bu kültürü, bu coğrafyanın kültürünü anlarız.
Troya kimin? Sen benim değil dersen, sahip çıkan çok
olur.Dünya’da geçmiş yıllarda gen araştırması yapılmıştı.
Bizim coğrafyamız da bu araştırmanın içindeydi. O araştırma
da Orta Asya’ya ait olan %12… Gerisi karmakarışık. sen o kadar
karışmışsın ki, Bizans'ta sensin, Osmanlı'da sensin,
Selçuklu'da sensin. Sinan gibi bakmak zorundayız… Anadolu’nun
bütün geçmişi bizim çalışma alanımız. Her bir tarih
katmanına ait izler birbirinin içinde… Artemis
kültü ilgi alanlarımdan biridir. Artemis kültü tamamen bu
coğrafyanındır, yani bir gramı dışarıdan gelmemiş, tamamen bu
toprakların özüdür. Daha öncesi Kibele’dir, Kibele’nin
dönüşmüş halidir. Şimdi burada Artemis’e bizim değil mi
diyeceğiz? Bizim, çok açık, ne olursa olsun biz başka bir
şeyden beslenmeyeceğiz, ondan besleneceğiz. Buradan
çalınarak yurtdışına götürülen her bir eseri bu topraklara
geri getirebilmek için sonuna kadar mücadele edeceğiz, edilen
mücadeleye destek vereceğiz. British Museum’a Berlin’de
Pergamon Museum’a gittiğimde içim kan ağlıyor. Bu topraklara
ait eserlerin orada olmasını dert edineceğiz. Çünkü biz
Bergama’da Zeus Sunağı’nın merdivenlerinde oturabildiğimizde
imgelemimiz çok daha zenginleşecek… Biz
bu coğrafyanın kültürüyle var olabilir, ürettiğimiz her şeyde
olmalı, her ne çekersiniz çekin. Şimdi bunları konuştuk diye
herkese gidip antik kentleri, oraları çekmesi gerekmiyor, yaptığı
her işte o kokuyu alması önemli. Yaşadığın coğrafyanın
kokusunu almadan olmaz. Bu nasıl olur, onu özümsediğiniz, o
kültüre nasıl sahip çıktığınız zaman. Örneğin Ani
harabelerinin içinde Ebul Menuçehr Camii var, müthiş bir taş
işçiliği var, bu sadece o camiye özgü mü? Geliyorsun Milet’te
İlyas Bey Camiine, yer döşemesinde bile oradaki deseni görüyorsun.
O bağ, o diyalektik… Hepsi Anadolu bütününün parçaları… Bütün
bu bütüncül yapıyı her yerde hissedeceğiz. İstanbul’da
çalışıyorsak, İstanbul sokaklarında onu hissedeceğiz.
Sultanahmet'te fotoğraf çekiyorsun, Sultanahmet Cami’sine
bakıyorsun, için açılıyor, sırtını dönüp hipodroma
bakıyorsun, diyorsun ki bu bizim değildi, eğer o olmasaydı
Sultanahmet Camii’de olmazdı. Olmaz anlatabiliyor muyum? Sinan
işte, herkes Sinan’ı Ayasofya üzerinden yorumlar… Noksandır
bu. Bütün Anadolu tarihi üzerinden yorumlamak gerekir. Çünkü bu
böyle bir bayrak yarışıdır. Yeni gelen eskinin üzerine koyar,
insan toplulukları da öyle her gün Mimar Sinan çıkarmaz. 1000
yılda bir çıkar, işte 500’de Milet’li İsidoros çıkıyor,
1500’lerde de Mimar Sinan çıkıyor. FOTOGRAFYA
- Fotoğrafı anlamak ve sevmek için mutlaka fotoğrafçı olmaya
gerek yok. Fotoğraf’ı bir ürün olarak ağacın meyvesine
benzetebilir miyiz? İyi bir ürün için birçok iç ve dış etken
önemlidir. Bir meyve için bu şartlar önemli olduğu kadar bir
fotoğrafçı için de önemli olmalı diye düşünüyorum. Yalın
ve hikmeti kendinde menkul bir kompozisyon anlayışıyla, bilgisayar
uygulamalarının yoğun kullanımı yaygınlaştı. Bu bağlamda bir
fotoğrafçının kendini eğitmesi ve geliştirmesi bağlamında
önerileriniz nelerdir? KAMİL
FIRAT –
Teknolojinin bugün getirdiği olanaklar, programlar hayatı bir
boyutuyla kolaylaştırdı, bir başka boyutu ile ise büyük bir
problem haline getirdi. Kolaylaştırdı… Birçok sofistike
uygulama ile analog yöntemlerle haftalarca uğraşmanız gereken
birçok şey, çok kısa sürede “mükemmel” bir şekilde
çözümlenebiliyor. Diğer
taraftan her bir bilgisayar ekranı “platon’un mağarası”…
Orada o aletin sınırları içinde bir dünya yaratılıyor.
Gerçeklikten giderek kopulan bir dünya. Bu konuda bilgisayar
teknolojilerinin, dijital sistemlerin hayatımıza yeni yeni girdiği
yıllarda “yeni bir ortaçağa doğru” adı altında bir yazı
yazmıştım. Orada ortaçağın gerçeklikten kopuşu ile bugün
arasındaki benzerlikler üzerinde durmuştum. Bugün neredeyse tam
bir “ortaçağ dönemi” yaşanıyor nerede ise. Sizin
meyve örneğiniz tam da burada karşılık buluyor. Nasıl ki bir
meyvenin yetişebilmesi için birçok unsurun eşzamanlı bir araya
gelmesi gerekiyorsa, bizim uğraş alanlarımızda da birçok
parametrenin biraraya geldiğinde sonuç alınıyor. Bugünün
gerçeğine baktığımızda bize “olanak” diye sunulan şeyler,
uğraş alanlarımızda birçok unsuru dışarıda bırakıyor. Bu en
büyük problem açıkcası. Bu söylediklerimden teknolojinin
olanaklarına karşı olduğum anlamı çıkarılmasın. Onun bir
araç olduğunu ve yapılan işin sadece bir aracı olduğunu
bildiğimiz sürece onlar çok değerli. Yaratıcılık
verili olanların içinde gerçekleşmiyor. Verili olanların dışında
kalan alanlarda gerçekleşiyor. Bugünkü teknoloji olanakları
“verili” olandır. Bunu gözardı etmemek gerekiyor. Sorunu
ikinci bölümünde yer alan “hikmeti kendinden menkul kompozisyon
anlayışı”da “verili” olandır. Açıkcası bir şey
“tanımlar” sınırları içine giriyorsa, orada yaratıcılık
yok ediliyor, var olan tekrar ediliyor demektir. Tekrar sadece
“tekrar”dır. O kadar. Daha önce yapılmış bir şeyi tekrar
ettiğiniz de o size mi aittir, tanımı koyana mı? Biz
de bu işler biraz “iktidar” oluşturmanın aracı olarak
kullanılıyor. “Fotoğraf çekebilmen için bunları mutlaka
öğrenmek gerekiyor. Onun bilgisi de bende.” diyen herkes
fotoğrafın gelişiminin önündeki bariyerdir. Bunlar fotoğrafın
bilgisi içinde küçük bir yer tutar. Bunu fotoğrafın asli unsuru
haline getirmek, fotoğrafa ve bu işlere gönül veren kişilere
büyük kötülük yapmak anlamına geliyor. Zira bu bilgiler bir
önyargı oluşturuyor ve vizörden bakanı, konunun kendi
gerçeğinden uzaklaştırıp, zihnindeki geometri üzerinden
çözümlere götürüyor. Oysa her konu kendi biçim ve hikayesi ile
vardır. Bu terzinin kişiye özel elbise dikmesi ile, “M”, “L”,
“XL” kodları ile kodlanmış tekstil ürünleri arasındaki fark
gibidir. Fotoğrafçı
Beyoğlu’nda bir zamanlar çok olan özel terzi gibidir. Her
konusunun biçimi, formu ve en önemlisi ruhu ile iletişim kurmak
zorundadır. FOTOGRAFYA
- Bir kişinin fotoğrafçı kimliğinin ve biçeminin gelişmesi,
yaklaşım, zaman ve irade meselesi olarak düşünüyorum, bu konuda
kendi deneyimlerinizden söz edermisiniz? KAMİL
FIRAT –
Siz kendinize inanıyor ve güveniyorsanız sonuna kadar onları
savunmak durumundasınız. Bir savaşçı gibi. Ve her seferinde
kendinizden uzaklaşıp kendinize bakabilme cesaretine de sahip
olmanız gerekiyor. Yoksa giden trende bir bilet de ben alayım,
şuraya ilişeyim dediğinizde siz de var olanın bir parçası
olursunuz. İnandığınız
bir şey varsa ve en sevdiklerinizde burada buna engelse, tavrınızı
inandıklarınızdan yana koymak zorundasınız. Bunun en iyi
örneğini Fotoğraf Bölümünde yaşamıştım açıkcası… Oraya
hoca olarak geldiğimde, var olan bilginin dışında kalanı, oraya
getirmeye çalıştığım için büyük gerilimler yaşamıştık ve
çok sevmeme rağmen birkaç hoca ile sırf bu yüzden aramız
bozulmuştu. Yaptığım
her sergi ya da kitap çalışmasında “yeni” bir şeyler
denemekten çekinmedim. Örneğin
“Ufka Dair” sergisini açtığım zaman bazı fotoğrafçılar
çok garip karşılamıştı. Çünkü fotoğrafta sadece bir ufuk
çizgisi var, başka birşey yoktu. “Bundan sonraki sonraki sergide
artık duvara boş kağıt asarsın” diyerek hafife almışlardı.
Oysa hedef nihayetinde duvara boş kağıt asabilmek değil midir?
Hatta daha ileri giderek “boş duvar” değil midir hedef… Kısacası
savaşçı ruhu, iktidarlara teslim etmemek gerekir… FOTOGRAFYA
- Ülkemizde fotoğraf ve sanat alanında yazmak, eleştirmek sorunu
var. bir sıvıyı kendi haline bırakırsanız yayılır, etrafına
duvar çeker, yönünü oluşturursanız kimlik kazanır. Ülkemizde
“ben yaptım oldu” yaygın, yani sıvı garip bir düzlemde
kendince yayılıyor. Yaygın bir ünlü olma çabası var? KAMİL
FIRAT –
Bir toplumun gelişebilmesi için “eleştiri” mekanizması
olmazsa olmazların başında gelir. Burada mekanizmadan mekanik bir
yapı anlaşılmasın. Nasıl fotoğrafçılar bu işin önemli
aktörleri ise, eleştiri yazanlarda en az fotoğrafçılar kadar
önemlidir. Bizim en büyük eksikliğimiz bu alanda yeteri kadar
yetişmiş insana sahip değiliz. Biraz “sağırlar birbirini
ağırlar” durumu yani. Sorunun
diğer kısmı ise; Türkiye’de temel sorun aslında bu. Ünlü
olmak, insanların niye böyle bir derdi olabilir yani sizi insanlar
tanısa ne olur tanımasa ne olur. Önemli olan siz yaptığınız
işte mutlu musunuz, yaptığınız işe güveniyor musunuz, bitti,
bunun ötesi yoktur. Ama “herkes beni tanısın abi”, “niye
tanısın, o zaman pop şarkıcısı ol”, yada başka bir şey ol.
Orada boşa harcanılan enerjiyi fotoğrafa harcasa insanlar,
hayalini kurdukları “ün”e ulaşırlar belki. FOTOGRAFYA
- Sanat, tarih boyunca toplumların kültürlerinin vitrini oldu
diyebilir miyiz? Dolayısıyla bir toplumun varlığı, iradesi, gücü
sanatıyla önem kazanır. Tarih boyunca yaşamış topluluklara
baktığımızda, bu kültürlerin imzasının sanatları olduğunu
görüyoruz. Mesela Mimar Sinan bütün Osmanlı’nın vitrinidir.
Sanat bir toplumun geleceğe yansımasıdır. Çağımızda sanatın
merkezine fotoğrafın oturduğu kabulü var. Ülkemizde sanatın
önemi konusunda bir bilinç oluşturmak gerekir. Bu konuda ne
yapılabilir, bu bilinç nasıl kazandırılır? KAMİL
FIRAT -
Tabii yapılacak çok şey var ama en önemlisi kurumlar. Bir şeyin
gelişebilmesi için onun belleğinin olması lazım, bellek olmadan
gelişme olmaz. Bellek nedir, fotoğrafın belleği yayındır,
bellek nedir müzedir, bellek nedir bellek mekanlarıdır, bunların
oluşturulması gerekir, bunlar olmadan olmaz. Bir Kuşak öncesi
fotoğrafları kimse bilmiyor, böyle bir yerden sağlıklı bir
gelişme ortaya çıkmaz. Bu kurumsal yapıların oluşturulması
gerekiyor, eleştiri mekanizmasının oluşturulması gerekiyor. Hem
fotoğrafçı olacağım hem eleştirmen olacağım olmaz, o zaman ne
olur ben sana, sen bana, bu nedenle bağımsız eleştirmenler
olmalı. Adam belki bizim okuldan mezun olup eline makine bile
almamalı, işin eleştirisi ile uğraşmalı. Bunlar olduğunda
ancak hayal ettiğiniz şeyler olacak. Bunun yanında galeriler,
müzeler, sokaklar çok önemli. Sokağı da bu işin bir parçası
yapmak gerekir. Kamusal alan sanatın alanı olmadığında, hep bir
şeyler noksan kalır. Kısacası
ülkenin bir sanat politikası olması gerekir. “Her şeyi yaptık,
sanat da olsun” diyerek ülkenin sanatı gelişmiyor. Bugün sanat
platformları, ülkelerin en önemli tanıtım alanlarıdır. Herkes
artık çok akıllı. Nereye bakacağını biliyor. Bizim ülkemizin
dünyayla senkron gelişebilmesi için en büyük yatırımları
sanat alanına yapması gerekiyor. New
Mexico’da açtığım sergiyi elli bin kişi gezmişti., Bana
gönderilen mesajlar var. “Serginizden sonra Türkiye’ye gitmek
istiyoruz” diyen. Meksika televizyonlarında bilmem kaç dakika
sergi ile ilgili programlar yapılıyor, Türkiye anlatılıyor, bunu
para ile yaptıramazsın. Orada Türkiye’yi tanıtan reklamlar
verseniz, böyle etki yapmaz. Hindistan'a
gittim Mumbai’de “Mimar Sinan” sergisi açtım. Sergi sırasında
gözümden yaş geldi. Sinan’ı bizden iyi biliyorlar. Hindistanın
uluslararası mimarlarından biri Sinan’ın dehası üzerine uzun
bir konuşma yapmıştı. Bu tür etkinlikler arttırıldığı
zaman, bizim ülkemizin gerçek yüzü dünyaya tanıtılır. Biz
sadece “Turkish Lokum” değiliz, ama öyle anlatıyoruz. Siz
dünyanın zamanını ve enerjisini harcıyorsunuz… Ülkenin
kültürüne katkım olsun diye. Devletin politikası olmayınca
senin yaptığının da hiçbir anlamı yok. Yani bir faydası var
mı, yok. Tanıdığınız insanlar yaptıklarınızaişte çok
beğendik diyor ve bitti. Cumhuriyet
ilk kurulduğunda nasıl insanları Paris'e gönderiyor, Londra'ya
gönderiyor, sanat eğitimi alsınlar diye ve o insanlar buraya
geldiklerinde, sanatın gelişimine katkı sağladılar, onların
gittikleri yerlerde yaptıkları, Türkiye’nin tanıtımına katkı
yaptı. Biraz
daha eski zamanlara gidiyoruz. Sultan II.Abdülhamid, bütün dünyaya
fotoğraf albümleri gönderiyor, ülkeyi tanıtmak için, burada
bunları önemsemeden dünyada var olamazsın. Şu
anda biz dünyada en vasat ülkelerdeniz, bugün bütün dünyada
bienallerde Çinli sanatçılar var. Çok mu yetenekliler, hayır,
ama öylesine büyük desteği var ki Çin hükümetinin, her
istediğinin yeteneğini parlatıyor. Dünyanın o coğrafyası
yetenekli bu coğrafyası yeteneksiz değil, sizde de insanlara
yeteri kadar olanaklar tanınsa, sizden de çok başarılı insanlar
çıkar. Kesinlikle bir devlet politikası olması, sanatın ülkenin
kalkınmasında ki en önemli ayaklarından biri olduğunun kabul
edilmesi gerekir. Yoksa meseleye ideolojik pencereden bakılarak,
onun tanıdığı bunun arkadaşı diyerek bir şeyler yapıldığında
hiç bir sonuç alınamıyor. Burada
yaşadığım bir örneği anlatmak istiyorum. Yıldız Sarayı
Fotoğraf Koleksiyonu üzerine uzun zamandır çalışıyorum.
Koleksiyon ile ilgili Fransa, Almanya, Rusya ve Japonya’da
sergilerini açtım. Paris’te Unesco merkez binasında sergisini
açacağız. Sergi için bir tasarım yaptım. Burada Dışişleri
Bakanlığının çabalarının çok yüksek olduğunu belirtmem
gerekiyor. Ancak sergi ile ilgili yaptığım tasarımda imajlar
büyüktü. Kargo ölçülerine uymadığı için değiştirmek
zorunda kaldık. Böyle işlerde kargo ölçüsü kısıtlayıcı
olmaması gerekir. İş neyi gerektiriyorsa o yapılmalı. Böyle
küçük ayrıntılar, işin önüne geçebiliyor işte. Bir
örnekte yurtdışından gelmiş bir sergi üzerine vermek istiyorum.
İspanyol fotoğrafçı İsabel Munoz, Mimar Sinan’ın sergi
salonunda işlerini sergilemişti. Fotoğrafların getirildiği
sandıkların ölçüleri ve üzerindeki İspanya devletinin ve
İspanyol havayollarının sponsorluk belgeleri size “sahip çıkmak”
konusunda yeteri kadar bilgi veriyordu. FOTOGRAFYA
- Abdülhamid ilginç biri, fotoğrafa önem veriyor, sanki
fotoğrafın geleceğini görüyor. Bu konuda Amerika ile
karşılaştırmalı nasıl değerlendirirsiniz? KAMİL
FIRAT -
Amerika ilk günden itibaren de fotoğrafı çok doğru bir şekilde
ele aldığını düşünüyorum. Samuel Morse Paris'te Daguerre’nin
işlerini görüp Amerika'ya döndüğünde ilk iş mühendisleri
topluyor ve fotoğrafın teknolojisine dair çözümleri bir bilim
insanı mantığıyla çözümlemeye çalışıyorlar. (O yıllarda
Avrupa’da fotoğraf üzerine gelişmeler ve tartışmalar tamamen
sanat çevrelerinde gerçekleşiyor.) Evet… Fotoğraf ile sanat
yapılabilir, ancak fotoğrafı sadece sanat alanının sınırları
içine sıkıştırmak, fotoğrafın gücünün büyük bölümünü
kullanmamak anlamına geliyor. Bunun
en iyi örneklerinden biri 1850’li yıllarda Chicago’da bir
Endüstri Fuarı açılıyor. Fuarda tarım aletleri, endüstriyel
ürünler ağırlıklı olarak sergileniyor. Busergilenenlerin
yanında bir şey daha var. Fotoğraf Makinesi. Endüstri fuarı ve
fotoğraf makinesi… Orada fotoğraf makinesinin tanıtımında
fotoğrafın birçok özelliği yanısıra bir cümle çok önemlidir.
“Bu araç ulus bilincini geliştirme de önemli işlev
yüklenebilir.” Bu nedenle Amerika fotoğrafı çok doğru
anlamıştır diyorum. Sonraki yıllarda Amerika’da fotoğrafın
kullanımına baktığımızda bu cümlenin ne kadar çok karşılık
bulduğunu gözlemleme şansına sahibiz. Avrupa’nın
sanat geleneği, fotoğrafı başlangıçta bir anlamda örtmüştür
açıkcası… Sultan
II. Abdülhamid fotoğrafın gücünün farkında olan insanlardan. O
fotoğraf aracılığı ile bir kamu diplomasisi yürütüyor.
Ülkesini tanıtmak için birçok ülkeye Osmanlı’nın şehirleri,
tarihi yerleri ve yaşamına dair fotoğraflardan oluşan albümler
gönderiyor. Bir anlamda “sizden farkımız yok” demek için.
Kendisi de dünyayı fotoğraflar üzerinden tanıyor. Yıldız
Sarayı bir anlamda duvarlarında fotoğrafların geçtiği
“Platon’un Mağarası” gibidir Sultan II. Abdülhamid
zamanında. Onun gerçekliği fotoğrafların sınırları içindeki
gerçeklik kadardır bir anlamda… Cumhuriyet
Türkiye’side Sultan II. Abdülhamid’in yaptıklarının
benzerlerini yapıyor fotoğraf alanında. 10.yıl kutlamaları için
Rus yönetmen Sergei Eisenstein’in asistanlarının Türkiye’ye
davet edilerek film çektirilmesi, Othmar Pferschy’in
fotoğraflarını çektiği “Fotoğraflarla Türkiye” gibi
çalışmalar örnek verilebilir. Ancak bu politika sonradan terk
edilmiş ve bu konuda “politikasızlığa” geçilmiştir…
|