BAKMAK VE GÖRMEK ÜZERİNE
Amerika’nın
doğal güzelliklerini anıtsal fotoğraflara dönüştüren Ansel
Adams, “Fotoğraf bir kavramdır” der. Mükemmel bir teknikle ve
planlı ton yönetimiyle ürettiği fotoğraflarında amaç, seyirlik
güzel kareler oluşturmak mıydı? Seyretmek ve
görmek, bakmak ve görmek, işte bu iki kavram arasındaki fark
bizim dünya ile ilişkimizi inşa eder. İngilizcede see,
Fransızca'da voir sözcükleri de Türkçe görmek kavramının tam
karşılığıdır. See ile view arasındaki fark, görmek ile bakmak
arasındaki fark, aynılaştırılamayacak kadar birbirinden uzak iki
yaklaşıma gönderme yapar.
Burada ele
alacağımız görmek kavramının farkındalığında olmak
sorunludur. Fotoğraf bir kavramdır sözcüğü, görmek kavramıyla
kesiştiğinde içeriksel bir boyuta taşınır. Tam bu noktada bir
Adams fotoğrafıyla karşı karşıya olduğumuzu düşünelim.
Algıyla seyretmek arasındaki fark, görmekle bakmak arasındaki
fark, bizi, bir Adams fotoğrafında manzaranın görsel
güzelliğiyle, fotoğraftaki söylemin içeriksel derinliği
arkasındaki uçuruma taşır. Seyretmek içinde
yaşadığımız dış gerçekliğin izleyicisi, güzelliğin
beğenicisi olma konumudur. Nesnelerle ilgimiz geliştikçe
belleğimiz nesnenin anlamını sürekli yeniden inşa eder. Nesneyle
ilişkimizin bu derinleşme sürecindeki yolculuğu, iç dünyamıza
dalarak, derin düşünceler ve hayallerle kurgulayarak ulaşılan
bir mertebe olarak düşünürsek, bu bir yanılsamadır. Hiç gıda
almadan bedenen güçlenip, gelişme olasılığı ile zihnin
derinliklerine yolculuklarla keşfedilecek cevherlerin bizi kültürel
bir ilerlemeye taşıyacağı olasılığı aynıdır. Güçlenmek
için besleniriz, bir zamanlar okuduğum bir yazıda yedi yılda bir
vücudumuzdaki tüm maddeler değişiyormuş. Yaşam değişim ve
gelişme eksenlerinde yolculuğunu sürdürürken, bir fotoğrafçının
da bilinçli olarak bu dönüşümden beslenmesi vazgeçilmezdir.
Görmek eyleminin
yetkinleşerek, fotoğrafçının ürününe değer katabilmesi için,
bu sözcüğün anlamını oluşturan bütünde öğrenmek, düşünmek,
sezmek gibi anlamları da içerdiğini unutmamalıyız. Dolayısıyla
bir şeyi görmek, onu anlamak, bilmek, sezmek, onu yaşamına bir
anlam olarak katmayı içerir. Bu yaklaşımın gerçekleşebilmesi,
görmek isteyen insanın kültürel olarak nasıl beslendiğiyle
göreceli ve orantılıdır. On sekizinci
yüzyılda yaşamımıza katılan buhar motoruyla üretim süreçleri
ve üretim ilişkileri dönüşmeye başlar. Büyük atölyelerde ve
sanayi tesislerinde toplu üretimler başlar. Üretimin artması daha
geniş bir müşteri kitlesi oluşturmaya yönelik bir atılımı da
beraberinde getirir. Bu yaklaşımlarla bir sanayici kimliği ve bir
de yeni tüccar kimliği oluşur. Açılan büyük üretim
kuruluşlarının işçi gereksinimi sonucu yeni bir nüfus,
köylerden kentlere çalışmak için göçer. Yeni bir tüccar kesim
oluşur. Satış kavramı zamanla ihtiyaca hitap eden masum konumunu
bırakarak, yeni ve albenili ürünlerle insanları manipüle edip
ihtiyaç dışı bir tüketim çağını başlatır. Tüketim masum
değildir, para kazanmak dışında hiçbir amacı yoktur. Bu amaç,
zamanla, oluşturduğu ihtiyaç dışı üretimlerle insanın
doyumsuzluğunu yönlendiren reklamlar sonucu aşırı tüketimi
körükler. Aşırı tüketim doğal kaynakların hızla tükenmesine,
doğada parçalanamayan bir çöp stoku oluşmasına, insan yaşamının
vazgeçilmezi olan ve ilkel olarak tanımladığımız bilge
insanların ana olarak tanımladığı doğayı tüketmeye dönüşür.
Darren Aronofsky’nin 2017 yapımı Mother isimli filmi doğanın
öneminin insanın bilincinde eriyişine, tarihsel bağları içinde
bir sorgulama getiriyor. İşte Adams’ın fotoğraflarının
içeriği, bu süreci görmesi ve doğayla olan ilişkimizin çok
yönlülüğü bağlamında izleyiciyi ikna etme çabasıyla inşa
edilir. Adams, bir yanda
müzisyen diğer yanda ise fotoğrafçıdır. Bir müzisyenin
algısıyla doğadaki o derin tınıyı, insanın doğayla asla
vazgeçemeyeceği derin ilişkisini, varlığının ekolojik
gereksinimlerini, bir kazan-kazan döngüsünün gerçekliğini
bizlere tekrar ve tekrar sunar. Amerika’ya özgü bir sanat akımı
olan Hudson River resim ekolünden etkilenerek, doğayı anıtsal
görünümlere dönüştürür. Oysa aslında söylemi bu güzelliğin
görkemiyle bizleri etkilemek değildir. O varlığımızın ana
kucağı olan bu görkemli güzelliğini vurgularken, doğanın
tüketime kurban edilmemesi gerektiğini, ona bir ana gibi saygı
göstererek, severek ve gerekirse vazgeçerek korumanın
gerekliliğini vurgular. Doğanın dengelerinin değişmesi doğayı
bitirmez ama insanın soyunu sona erdirebilir. Ansel Adams’ın
fotoğrafa aktardığı düşünceleri kültürel bir birikimin ve
içinde yaşadığı dünyaya duyduğu sorumluluğun ürünüdür. Günümüzde bir
fotoğraf makinesi alarak fotoğrafçı olunabileceğini düşünenler
çoğunlukta. Bu tanım son derece yerinde bir tanımdır. Fotoğraf
çeken her bireye fotoğrafçı denir. Fakat fotoğraf ve fotoğrafçı
sözcüklerine her biri diğerinden çok farklı anlamlar yüklemiş
olduğumuzdan, bu muallak tanımın içinde yerimizin ne olduğunu
anlamalıyız. Bu anlam farklılıklarını özümsemiyen bireyler,
yetkinsizliklerinin verdiği cesaretle farklı çatışmalar ve
yanılsamalar içinde. Aynı vasat kültürde birleşen çoğunlukların
bu yetkinsizliği durumu, birbirini kabul ederek oluşturdukları
toplumlarda, fotoğraf kültürünün gerçekliğinden bihaber hobi
topluluklarına, sanatçı topluluğu etiketiyle kendi kendini
tatminin ötesine geçemeyen bir yanılsamanın yolunu açıyor. Öyle
sanıyorum ki, başkasının fotoğrafını izlemekten uzak bu
bireyler kendi fotoğraflarını göstermenin arzusu kapanındadır. Fotoğraf çekmek
farklı bir şeydir, bir fotoğraf karesinde kavram inşa etmek
farklı bir şeydir. Fotoğraf sözcüğü birçok farklı anlamsal
karşılığa sahip. Fotoğraf bir tekniktir, bir üründür, bir
belgedir, bir anıdır, bir reklamdır, bir hobidir, bir dildir,
süslü bir kadrajdır, bir sanattır, bir tüketim nesnesidir gibi
sürer gider. Bu noktada sadece teknik olarak fotoğraf çekme
eylemi, operatörlük sınırları içinde bir durumdur. Operatörün
teknik yetkinliğinden sanatçının kültürel yetkinliğine uzanan
yolculukta, önemli olan bu sürecin inşa ettiği kimliktir.
Duchamp’ın pisuvarıyla vurguladığı bir nokta, sanat dediğimiz
kültürel üretimin, sanatçı kimliğin ve birikimin üretimi
olduğudur.
Fotoğraf çekmek
teknik bir işlem, geliştirildiğinde ise bir meslek, bir zanaattır.
Bir meslek olarak fotoğrafı öğrenmenin süreçleri farklıdır.
Bu konuda eğitim kurumları var, diplomalar var, kitaplar var.
Fotoğraf nasıl çekilir, fotoğraf çekmenin tüm teknik anlatımı,
dijital fotoğraf gibi sayısız teknik kitap bulabilirsiniz. Hatta
bu kitaplar zaman gelir öyle bir reçeteye dönüşürler ki, bir
medyumun bilgiçliğiyle, size kompozisyonun sırlarını verirler.
Belli sayıda kompozisyon kuralları adı altındaki bu reçete,
klasik resim döneminin birikimlerinden yararlanarak, ancak kültürel
derinliğinden koparak bir gecekondu mahallesine dönüşür.
İnsanlar değişiyor, toplumlar değişiyor, biçemler değişiyor,
yaklaşımlar değişiyor, dünya değişiyor ancak bu kurallar hep
aynı. Fotoğraf çekmeyi öğrenmeye başladığınızda,
karşılaştığınız benzer bir ortamdır.
Fotoğraf diğer
yanda bir kültür ve birikimin ürünü olur. Fotoğraf makinesi,
19.yy’da Eastman’ın “siz sadece deklanşöre basın”
sözüyle, herkesin kullanabileceği teknik bir araca, pratik bir
ürüne dönüştü. Fotoğraf çekmek eyleminin yaygınlaşması ile
aslında çoğalan görüntünün sıradanlığıdır. Son ürün
olan fotoğrafın anlamı ve değeri ise onu üreten kimliğin
kültürel ve teknik birikimine görecelidir. Fotoğraf çekmekle bir
düşünceyi görselleştirmek arasında yollar ayrılır. Meslek, hobi ve
yarışma olarak fotoğrafçılık farklı bir alan, ne kadar ödül
alırsanız alın, bu ödüller kültürel bağlamda bir değerin
karşılığı değildir. Bu tür fotoğraflar bizim konumuzun
dışında. Uzakdoğu’ya giderek birkaç dolara hazır kadrajlar
satın alan kimileri için fotoğraf üretti deyimi kullanmak doğru
mu? Buna karşılık emek verilerek üretilen her fotoğraf kendince
bir değer oluşturur. Oysa bir söylem, bir anlatım, bir dil olarak
inşa edilen fotoğraf, farklı bir ürün olur. Kuşun yerinin bile
belli olduğu kurallı kompozisyon anlayışının ötesinde bir
durumdur bu. Bir fotoğrafı okumayı, şu biraz sağda, şu biraz
aşağıda, şu da böyle olsaydı gibi okuyan, renklerin ve tonların
gösterisinden etkilenen, fotoğrafı salt güzele, bir anlamda
makyaja indirgeyen anlayış bir değer belirlemiyor.
Konumuz bir
kültürel üretimin değerinin bilinci. Fotoğraf ürettiği
görüntünün büyülü etkisi nedeniyle gerçeklikle karıştırılır,
anın dondurulması gibi yorumlanır. Oysa anı donduramazsınız, o
an’ın içinde duygular, eylemler, yönler, farklı güç alanları
vardır. Anlar yaşamın içinde zincirin sadece bir halkasıdır.
Fotoğraf o anın gerçekliğini aktaramaz. Sadece bir açıdan, bir
an içinde ve deklanşöre basan kişinin algısıyla kendince anlam
ifade eden bir not alma eylemidir. Bir takvim sayfasındaki elmayı
yiyemeyeceğiniz gibi, o anın gerçekliğini de yaşayamazsınız.
Aslında fotoğraf sadece nesnelerden yansıyan ışığın, ışığa
duyarlı yüzeydeki izidir. Bu bağlamda Roland Barthes, fotoğrafı
varlıkbilimsel ve göstergebilimsel açıdan sorgulayan “Camera
Lucida” isimli kitabında, fotoğrafın aktardığı bilgiyi sadece
“o oradaydı” olarak belirler. Bu nedenle yetkinliğe sahip
olmayan kişilerin fotoğrafları bir belge niteliği taşımaz.
Sözel dil farklı bir şeydir. Yazı yazmak farklı bir şeydir. Bir
resimde, bir sanat yapıtında ve bir fotoğrafta ise dil farklı bir
şeydir. Fotoğraf gündelik yaşamda kullandığımız dil ile
okunmadığı gibi, içeriği de farklı yaklaşımlarla
değerlendirilir. Bu nedenle kültürel bağlamda değer üreten
fotoğraf yaklaşımı, meslek, hobi ve yarışma fotoğrafçılığı
dışında bir konsept olarak değerlendirilir.
Kısaca pipo ve
sakal insanı sanatçı yapmadığı gibi, bir fotoğraf makinesini
mükemmel kullanmak ta insanı fotoğrafçı yapmaz. Fotoğraf
kültürel bir üründür ve bu bağlamda kültürel donanıma
ihtiyaç doğar. Günümüzde yaygın medya bağımlılığının
sonucu kültürel birikimimiz ve anlayışımız altüst olurken, bu
sıradanlığın yarattığı kültürsüz kültürün
farkındalığında, yaşamı sarmalayan simülasyonların bilincinde
olmak gerek. Görmek, seyretmek değil, anlamaktır, algılamaktır,
bilmektir, onu yorumlayabilecek kadar içselleştirmektir. Fotoğraf
görmekle başlar. Farkındalık ve algı, görme eylemi; acıların,
keşkelerin, umutların, umutsuzlukların, sevginin, tiksintinin,
insani ve toplumsal kaygıların görsel kodlarla işlendiği
karelere dönüşür. Jeff Wall’ın
2000 yılında ürettiği “Man with a rifle” isimli fotoğrafını
düşünelim. Fotoğrafta bir adam var, park etmiş iki arabanın
arasında ve sırtı bize dönük. Elleri boş, oysa elindeki
tüfekle bir eyleme hazır gibi. Tüfek tutar gibi görünen elleri
boş. Tüfeği nerede? Tüfeğin ya da silahın en tehlikelisi
olmayan silahtır. Olmayan silah, nedensiz bir öldürme arzusunun,
nefretin metaforudur. Burada yoğun bir öldürme isteği var,
nedensiz bir şiddet eğilimi. Amaçsız ve yoğun bir istek, oysa
silah eksik. Bu sapkın duyguların kökleri medya bağımlılığında,
şiddeti satılabilir bir ürüne dönüştüren sektörlerin salt
kar amaçlı sorumsuz üretimlerinde değil mi? Medyanın ürettiği
tüketim amaçlı bilinçsiz kurgularla birer çöplüğe dönen
izleyicide oluşan birikimi bu fotoğrafta okumak mümkün. Adams’ın
söylemiyle fotoğraf bir “kavram”dır. Fotoğraf bir dildir,
fotoğraf bir anlatımdır. Yüz seksen yılı aşan tarihinde bir
teknik olarak yaşadığı gelişimler sonucu kullanımı dönüşürken,
bu yeni görsel kayıt sistemi kültürel alanda olgunlaşarak, Jeff
Wall’ın sözleriyle “sanatın merkezinde yer aldı."
Dolayısıyla iyi bir fotoğrafı, sıradan güzelliğin, albenili
renklerin, nedensiz kuralların ötesinde kültürel bir birikimin
inşa ettiği gerçeğiyle yüz yüzeyiz. Kültürel birikim görmeyi
öğrenmekle başlar.
|