YILDIZ SARAYI FOTOĞRAF KOLLEKSİYONU JAPON
FOTOĞRAFLARI ARŞİVİ 
19.
yüzyılın ilk yarısında fotoğrafın bulunması ile birlikte,
dünyanın görsel envanteri çıkarılmaya, bu evrende yer kaplayan
her şeyin “özne” olmak için sıra beklediği zamanlara
geçilmişti. Artık sırası gelen “özne” oluyor ve insanın
kültürel dağarcığında kendine yer ediniyordu. Böylece dünyanın
var olan bilgisi, “görünür bilgi”ye dönüşüyordu. Bizim
coğrafyamız da hem fotoğrafın “özne”si olmuş, hem de yine
fotoğraf bir bilgi nesnesi olarak önemi kısa sürede fark
edilmişti. Bu
farkındalık bugün; “Yıldız Sarayı Fotoğraf Koleksiyonu”
olarak bilinen ve bu coğrafyanın en önemli görsel hafızası olma
özelliğini taşıyan o büyük külliyatın toplanmasına olanak
tanımıştı. Yıldız
Sarayı Fotoğraf Koleksiyonu, Sultan II. Abdülhamid’in yönetim
biçiminin hem araçlarından biri, hem de o yönetim biçiminin
nasıl olduğunun ipuçlarını barındırması anlamında paha
biçilmez niteliktedir.
Sultan II. Abdülhamid şehzadeliği sırasında
gidip gördüğü Paris Enternasyonal Fuarı, orada dünyanın başka
bir tarafa evrildiğini görmesi, onu etkilemiş olsa gerek ki,
iktidarı süresince dünyayla iletişim kurmak için fuarlara
katılmayı, fotoğrafı ülkesini tanıtmanın aracı olarak
kullanmayı, devlet politikası haline getirmesinin yolunu açmıştır. Osmanlı
Sultanı 33 yıl süren iktidarı sırasında fotoğraf üzerinden
bir iktidar ve diplomasi geliştirmiştir. Bu
bağlamıyla Osmanlı sarayında fotoğrafın işlevi, Avrupa’dan
ziyade Amerika’ya yakındır. Osmanlı Sultanı, fotoğrafı hem
bir bilgi nesnesi, hem de dünyayı anlamanın ülkesini tanıtmanın
bir aracı olarak görmüş ve daha da önemlisi etkin olarak
kullanmıştır. İktidarını
daha çok Yıldız Sarayını çevreleyen duvarlar içinden sürdüren
Sultan II. Abdülhamid, fotoğraf üzerinden dünya ve Osmanlı
coğrafyasına, saraydan bakan bir göz inşa eder. Özellikle
ülkesinde olan bitenden fotoğraflar aracılığı ile haberdar
olur. Yapılan demiryolları, inşa edilen bütün binaların inşaat
süreçleri, doğal felakete uğramış köyler, kasabalar ve
ahalisi, limanlar, fabrikalar, karakollar, okullar, vb. gibi birçok
konunun fotoğrafları çekilmiştir. Bu fotoğrafları en ince
ayrıntısına kadar inceleyen Sultan, fotoğrafın içeriği ile
ilgili yorumlarını da çevresi ile paylaşmıştır.
Yıldız
Sarayı Fotoğraf Koleksiyonu 911 albüm içinde 36.585 fotoğraflık
büyük bir arşiv/koleksiyondur. Bugün İstanbul Üniversitesi
Nadir Eserler Kütüphanesi’nde koruma altında tutulan arşiv,
artık dijital platformda da yayınlanmıştır. Bu
arşiv, bugünden geçmişe tutulan ışığın ana kaynaklarından
biridir. O fotoğraflar üzerinden dönemin yönetim biçimlerini,
ekonomik ilişkileri, sosyal / kültürel yaşamı, , topoğrafyanın
ve kentlerin nasıl olduğunu görmek mümkün. Fotoğrafçılar,
o günlerde bugünle kıyaslanmayacak kadar ağır koşullarda, bir
daha tekrarlanamayacak zamanları kayıt altına aldılar...
Bu
koleksiyonda yer alan her fotoğraf bir metin niteliği taşır.
Fotografya
için yazı yazsanız denilince, uzun zamandır üzerinde araştırma
yaptığım bu koleksiyon içinden seçtiğim fotoğraflar üzerine
yazsam iyi olur diye düşündüm. Zira bu koleksiyon üzerine genel
bir fikir var, ancak o kadar...
Yazılar
için seçtiğim fotoğrafları 19.yüzyıl sonunda Japonya’dan
gelen bir fotoğraf albümü içinden seçtim. Aslında tek bir
fotoğraf üzerine yazmayı tercih etmeme rağmen, bu iki fotoğrafın
birbirini tamamladığını düşündüğüm için iki yazının daha
anlaşılır olacağını düşündüm. 
İZİN
VERDİĞİ KADAR... Uzak
bir ülke de, tıpkı derinlerden gelen bir müzik aletinin sesine
benziyorlar. Hiç bir tını tanıdık değil. Belki derin
denizlerdeki deniz kabuklarının yaptığı müzik olabilir mi?
Bildik melodilere benzemiyor, ama dinlerken hiç bir ânını
kaçırmamak için nefeslerin tutulduğu, tutsak eden ve bu dünya da
olup bu dünyaya ait olmayan müzik gibiler... Bu
duyguyu ortaya çıkaran, yaşları konusunda hiç de ipucu vermeyen
iki kadının fotoğrafı. Yanak yanağalar ve elleri birbirine
kenetlenmiş şekilde poz vermişler. Üzerlerinde yerel
kıyafetler... Bedenin sınırlarına yakın yerlerden başlayan bir
yumuşaklıkla sanki sonsuza kadar orada olacaklarmış gibi bir his
veren beyaz bir boşluk ile kuşatılmış iki kadın. Ve iki kadının
kendileri dışında içine hiç bir şeyin dahil olamayacağı o
bakışlar... Evet...
o bakışlar. Tanıdık
olmayan müziklerin kaynağı olan kabukların bulunduğu yüzlerce
metrelik [kendi] derinlikler dışında hiç bir yere bakmayan o
bakışlar...
O
bakışlar, duvarları hiç bir gediğin açılmasına olanak
vermeyen, pürüzsüz yüzeyli pişmiş topraktan yapılmış bir
şato duvarına işlenmişler sanki...
Hiç
bir sözcüğün, hiç bir ışığın yansımadığı sırlı duvar;
dış dünyanın ‘uçucu şey’lerini geri çevirerek, içeride
dışarıdan okunamayan derinlerdeki bir hayatın varlığını
hissettiriyor... Bu
bakışların sakladığına ulaşabilme çabası, iki çift bakışın
dışına kayıyor. Birbirlerine
temas eden yanaklara, ellere bakışıyla dokunuyor...
Tuhaf,
tanımlanamaz sadece [kendi]ne sıcak... Kadınların
bakışları, bu bakışlardaki dokunuşlara uzak... Sanki şunu
söylüyorlar: Evet
yabancı... Umutsuz çabalarının, umutsuzluğunun nedeni;
bilmediğin bir kültüre, bildiğin kültürün, kodlanmış gözleri
ile baktığın sürece, umutsuz çabalarına çare olamayacak.
Hala
ısrarcı mısın?... O halde bir boş levha olarak yeniden gel... Sırlı
yüzey, son olarak umutsuzca bakan gözlere, derinlerden şunu
fısıldıyor; “Görmek,
gördüğümüzün izin verdiği kadardır...” 
SİLMEK... Doğal
bir varlık olarak “beden” toplayıcıdır… Doğduğu andan
itibaren toplamaya başlar ve bu toplama, beden dünyayı terk edene
kadar devam eder. Bedenin sürdürdüğü hayat, bizzat bir tarih
yazısı olarak yine beden tarafından, bedenin kendisinde kayıt
altına alınır. Aracısız, doğrudan… Hiç bir şey bu
toplamanın dışında kalmaz. Ve beden bütün topladıklarını
dolaysız, doğrudan “ten”de dışa vurur. Bedenin perdesi
“ten”idir. Doğanın
bir parçası olarak insana dair geçen zamanlardan toplanan
bulgulara bakıldığında; coğrafyanın, zamanın, çevresel
koşulların, en büyük beden yazıcısı olduğu gerçeğini ortaya
koyar. İnsan, çok uzun zamanlar doğanın yazdırmalarına karşı
müdahale etmemiş / edememiştir... Beden,
kültürün bir nesnesi olduğundan itibaren ise durum değişmiştir.
Her türlü müdahaleye açık hale gelmiştir. İnsan kendi yaşamına
dair kurallar ortaya koymuş ve bu kuralların uygulandığı ilk
nesne de yine “beden” olmuştur.
Bu
müdahalenin ilk tetikleyici cümlesi; “o değil de ben” mi
olmuştur acaba? Diğer
taraftan kültürel bir nesne olarak “beden”, sürekli “doğal”
olanın toplamış olduklarını “silmek” için “kendine”
müdahalelere maruz kalır... Evet...
İnsan, bedeni hep bir müdahale nesnesi olarak kullanır. Bu
müdahalelerin başında da zamanın toplamış olduklarını silmek
gelir. İnsanın
ürettiği kültürler, bedenin bu biriktirmesine karşı, bir tür
“karşı tavır” olarak, bu biriktirmeyi yok etmenin yolunu,
yöntemini geliştirmiştir. Bir anlamda insanı tekrar tekrar
kurgulamak anlamına gelir. Bu uygulamalar, müdahaleler, onu doğal
olmaktan çıkarır ve başta “estetik olma”nın nesnesi yapar. “Estetik
olma”, birilerinin “o değil bu güzel” dediği anlayışlar
bütünüdür. Ve
farklı coğrafyalar, farklı kültürler, “beden”i “estetik
olma”nın temel nesnesi olarak görmesine karşın ona
müdahaleleri, hep o ülkenin / coğrafyanın kültürü ve yaşama
dair bakışlarının ışığında şekillenmişti.
Bedenin
müdahalenin bir nesnesi olarak belirginleştiği alanların başında
da “makyaj” gelir. Makyaj, kültürel bir müdahale olarak,
yapıldığı dönemin bütün özelliklerinin de göstergesidir. Bu
bağlamda makyaja dair yapılanlar, Japon kültürünün
okunabileceği “kutsal metin” gibidir.
Japonya
albümleri içinde yer alan 19. yüzyıl sonunda çekilmiş olan
‘geyşa’ fotoğrafları, sözü edilen “kutsal metin”
sözcüklerinin toplamı olabilirler. Bu
fotoğrafları içeriklerini karşılaştırmalı okumak, Japon
Kültürünün, ‘nevi şahsına münhasır’ olma özelliğini de
gösterir. Bildik
Batı kültürü ile karşılaştırarak okuduğumuzda, kültürlerin
farklılıklarını da görmek mümkündür. Batı kültürü
makyajı, [Roland Barthes’ın deyişiyle] “zamanı
silmek” için kullanırken, Japon
kültüründe bu “anlamı silmek”
olarak hayat bulur. “Zamanı silmek” yüzeysel bir müdahale
iken, “anlamı silmek” ise; onlarca yıl süren bedenin
eğitiminin karşılığıdır. Makyaj bu süreçte, sadece bir sonuç
haline gelir. Japon
kültürünün yüzlerce -belki de binlerce- yılda ilmek ilmek
işlediği bu tavır,
19.
yüzyıl dünyasının daha müdahale edilmemiş “saf”
kültürlerinin en belirgin örneği olarak belleklere kazınmıştır. Silmek,
bazen yüzeydekini –sadece-yok etmek için yapılırken, Japonya
örneğinde olduğu gibi, derinlerde var olanı yüzeyde okunamayan
metinlere dönüştürmek içindir.
|