“LİKÖR VE ÇİKOLATA: ÇOK ANLATICILI BİR KİTAP” VE SANATTA İLİŞKİSELLİK
bir tane mi seçmem lazım? ikisi çok hoşuma gitti. tabii kırmızı
domatesi seçeyim ben. bayıldım ben bu domatese. domates, başka
ikinciyi de seç diyor musunuz? yanında da bir de elma. tam bana uyan
renkler, modeller, tombiş tombiş.
benim ismimi aile gülsün diye koymuşlar, mutlu olsun gülsün.
babacığım koymuş. gülsün, bereketli olsun, neşeli olsun, keyifli
olsun. hep babacığım derdi, “sen geldikten sonra işlerim de düzeldi
hayatın da rengi çıktı ortaya yani çok renklendi hayat,” derdi. bir
savaş dönemiydi, karışıklık dönemiydi, yokluktu, çünkü babam bakü’den
buraya gelmiş ondan sonra çok zorlanmış tekrardan 40–45 yaşında iş
bulmaya filan. halı işi yapıyormuş rahmetli, tekrardan burada dükkân
tutmak falan yani çok bocalamış insanlarla, efendim etrafınla. tek
başına, yalnız da gelmiş istanbul’a. ondan sonra annemle evlendikten
sonra çok zorluk dönemleri geçmiş, kolay değil tabii. ondan sonra ben
sürpriz çocuk gelmişim, hiç olmayacak zannetmişler. babam da 45
yaşında düşün. olunca hadi bırakalım demişler ve muhakkak kız olursa
güler olsun ailemiz gülsün. öyle bir öyküsü var.
Dilek Winchester’ın Likör ve Çikolata: Çok Anlatıcılı Bir Kitap (2006)
başlıklı topluluk temelli sanat (community-based art) projesine katılan
kadınlardan biri, hayat hikayesini seçtiği meyveler ve sebzelerle
anlatırken kendisi için kırmızı domates ve amasya elması seçmiş ve
yukarıda alıntılanan cümleleri kurmuştur. Sergi mekanında duvara asılı
altın yaldız çerçeveli küçük natürmort fotoğraftan anladığımız
kadarıyla, kadının büyük masif yemek masası üzerinde oynadığı oyunun
bitiminde ortaya çıkan aranjmanı bir hayli kalabalıktır: elma, portakal,
nar gibi meyvelerin, karnabahar, kırmızı lahana gibi sebzelerin yer
aldığı masanın bir yanında, üst üste konmuş iki Çin porseleni içi boş
tabak ile içi dolu bir çay fincanı yer alır.
Çıkış noktasını natürmort temsilden alan Likör ve Çikolata sözkonusu
temsili eleştirir, eleştirirken de dönüştürür. Geleneksel Avrupa
resminde sıkça karşımıza çıkan janrın en önemli özelliğinin, ‘gerçeğin’
yerine onun sahtesinin yerleştirilerek sahip olma, hükmetme arzusunun
nesnenin kendisinden imgeye devredilmiş olmasıdır. Bir başka deyişle,
temsil yoluyla maddi şeylere yönlendirilen imrenme ve büyülenme, doğanın
yanılsamalı temsilinden alınan hazla yer değiştirmiştir. Likör ve
Çikolata’da ise natürmort artık aşina olduğumuz bir janr olmanın çok
dışındadır: insanoğlunun maddi şeylere olan bağlılığının ve lüks yaşam
hırsının bir yansıması olan natürmort resim geleneği Winchester
tarafından güncellendiğinde doğadan koparılmış ölü meyve-sebzeler ve
cansız nesnelerin insanları sınıflara ve toplumsal cinsiyetlere ayırdığı
gerçeğinin altı çizilir. Zaten bu sanat çalışmasının başlığı da
gündelik hayatın politik ve ideolojik olduğu gerçeğini boyutlandıran bir
ayrıntı olarak çıkar karşımıza.
Likör ve Çikolata birbiriyle bağlantılı üç farklı evreden meydana gelen
süreçsel bir sanat projesidir. Projenin ilk evresinde, psikolog Arzu
Soysal ile birlikte çalışan Winchester psiko-drama tekniklerinden
türettikleri bir oyunu İstanbul’da yaşayan ortayaş üstü on kadının hayat
hikayelerine ulaşmak için devreye sokmuşlardır. Kadıköy’den Bostancı’ya
kadar uzanan aks üzerinde, Bahariye, Moda, Kızıltoprak, Ziverbey,
Feneryolu, Selamiçeşme, Göztepe, Erenköy ve Suadiye semtlerinde oturan
kadınlar, sözkonusu oyunu, sohbetin akışı içinde yemek odalarındaki
büyük ahşap yemek masalarında, salonlarındaki küçük cam sehpalarda, bir
köşede duran ahşap tepsilerde ya da zigonlarda oynamışlardır. Winchester
ve Soysal’ın sözcükleri ile ‘annelerinin arkadaşları ya da
arkadaşlarının anneleri’ olan bu orta sınıf ya da üst orta sınıftan
kadınların oyun taşları ise natürmort temsilin bildik göstergeleri olan
meyve ve sebzelerdir. Meyve ve sebzeleri kadınların evlerine giderken
Winchester ve Soysal kendileri götürmüştür, ama bazı durumlarda kadınlar
da kendi istekleri doğrultusunda çiçek, bayrak, vazo gibi bir takım
nesneleri oyunlarının taşları yapmışlardır. Her oyunda olduğu gibi bu
oyun da safha safha ilerlemiştir. Oyuncu önce kendisini ifade edeceğini
düşündüğü bir ya da daha fazla meyve ve/ya sebze seçmiş ve adını
söyleyerek seçtiği taşı/taşları masa üzerinde kendi istediği noktaya,
onu niye seçtiğini belirterek yerleştirmiştir. Sonra aile bireyleri ve
yakınları için seçtiği meyve ve/ya sebzeleri masada istediği yere koymuş
ve neden seçtiğini anlatmıştır. Oyun, oyuncunun düşündüğü kişi ile
seçtiği nesne arasında kurduğu ilişkiye dair düşünceleri ya da
duygularını ifade etmesiyle devam etmiş ve sonuçlanmıştır.
Annesi için maydanoz, babası içinse kabak seçmiş olan kadının ağzından şu sözler dökülmüştür:
annem taze çiçekleri çok sever ama hadi şu maydanozu seçelim.
hayatı da dağınık maceracı. yani şunun bunch’ını (bağını) açsak nereye
gideceği belli olmaz. anneme uyar bu.
zaten babam annemle kabataş lisesi’nde lise son sınıfta geziye
gittiklerinde -annem de ışık lisesi son sınıfta- öyle yıldız parkı’nda
tanışıp işi pişirmişler. 19 yaşında evleneceğim diye tutturmuş.
ama sonu romantik bitmemiş. 25 yıl sonra romantizm öyle bir hüsranla
sonuçlandı. eh 25 yıl itişe kakışa yaşamışlar.
bir yandan onların öyle bir şeyi vardı zaten ne ayrı ne
beraber. ayrı oldukları zaman büyük aşk halen devam ediyordu. ikinci
evliliğinden sonra da babamın zaman zaman kaçışları varmış anneme.
biraraya geldiklerinde de kavga ediyorlardı. böyle değişik bir şey.
uzaktan sevmek seni aşkların en güzeli. ömürleri öyle geçti hep. onlar
ayrıldıktan sonra ve babam -15 yıl başka bir eşle yaşayıp- trafik
kazasında öldükten sonra annem “şimdi ben dul kaldım,” dedi. onun
üzerine de 2-3 evlilik yapmasına rağmen, hepsinden ayrıldı ve babamın
resmini göğsünde taşır hâlâ. “ben şimdi dul kaldım esas,” dedi bir
yandan ama bir yandan da “bak şimdi o arabada ben olsam ben de
ölecektim,” dedi. annemi biraz anlıyorsunuzdur herhalde. işte öyle bir
kadın yani. evet, annemin bırakamadık ucunu.
Oyunda zihin imgeleme, bilinç bilinçaltına, gerçeklik düşe doğru kapı
aralar. Dolayısıyla, kadınlarla samimi bir şekilde iletişime geçebilmek,
onların hayat hikayelerini mümkün olduğunca mesafesiz bir biçimde
dinleyebilmek için bir araç olarak devreye sokulmuştur. Winchester,
benzer mesafesizliği imgede yakalayabilmek içinse yaşanmış zamanın
görsel ritmini fotoğraf makinesiyle tutmuştur. Her bir oyunun bitiminde
ortaya çıkan natürmort fotoğraflar Sürrealist imgelerdeki müphemliğe ve
tekinsizliğe sahiptirler.
Likör ve Çikolata’nın ikinci evresi ise Gülsen Bal’ın küratörlüğünde
Karşı-Sanat’ta gerçekleşen “Sürekliliğin Sınırları” (2006) başlıklı
karma sergi olmuştur. Yerleştirme olarak karşımıza çıkan çalışmada
kadınların aranjmanları altın yaldız çerçeveli natürmort fotoğraflar
olarak duvarlara asılmışlardır. Yuvarlak ahşap bir yemek masasının
üzerinde ise kadınların konuşmalarından alınmış, sayfa sayfa dizilmiş
seçili metinler yer almıştır. Likör ve Çikolata’da kadınların seçtikleri
meyve-sebzelerin ve nesnelerin hepsi bütüncül bir fotoğrafik temsille
kayıt altına alınmış olmasına rağmen sözlerinin tümü kağıda
dökülmediğinden imge de, söz de bilinçli olarak açık uçlu bırakılmıştır.
Böylece, oyun halinin tetiklediği esnek yapılanmış konuşmaların seyrini
belirleyen imge ile söz arasındaki ilişkinin gerçek doğası ortaya
konmuştur.
İzleyicinin yalnızca bakan değil aynı zamanda okuyan da olduğu bu
katılımcı sanat çalışması, günümüzde dahi burjuva evlerinin duvarlarını
süsleyen natürmort resme açık göndermeler taşımakla kalmamıştır;
izleyiciler/okuyucular da, bu evlerin misafir salonlarının adeta
demirbaşı olan masif ahşap yemek masası ve masa üzerine gelişigüzel
konulmuş meyve sebzelerle eviçi ortama buyur edilmişlerdir. Bir
natürmortta, natürmort mantığı içinde Avrupa resminin bildik temsilini
taklit eden yerleştirme, janrın bildik göstergelerini
istikrarsızlaştırmıştır. Her bir fotoğraftaki meyve ve sebzeler ‘artık
gösterge’ler olarak, var olana bir ek, bir fazlalık olarak işlev
görmüştür. Kadınlar zihin ile beden arasında kurulan ayrımın artık
işlemez olduğu oyun hali içinde önlerinde duran göstergeleri
algılamışlardır algılamasına ama, gösteren ile gösterilen arasındaki
ilişkiyi özgür kılarak, meyve, sebze, çiçek ya da nesnelerin her birine
kendi kişisel ve tarihsel anlamlarını vermişlerdir. Dahası imge
geleneksel natürmortta olduğu gibi mülkiyetin bir uzantısı olarak
kimliğe doğrudan ve ahenkli bir biçimde bağlan(a)mamıştır. Tersine başka
bir yerde yazdığım gibi, banal ve dramatik olanın hayatımıza nasıl yön
verdiği sorgulamak için temsil devreye sokulmuştur. Böylece natürmort
temsilden ayrılmıştır: vanitas’larda olduğu gibi, Winchester’ın
fotoğrafları da görüşün hazzını bertaraf ederek janrın dayandığı
özne-nesne arasındaki hiyerarşiyi geçirgen kılar. Evler görünürde sakin
ve düzenlidir belki ama kadınların elleriyle yaptıkları ‘meyve sebze
aranjmanları’ dağınıktır, tekinsizdir. Likör ve Çikolata’da, burjuva
kadınların “natürmort hayatlar”ını izler ve okur, önümüzde duran cansız
nesnelerin, meyve ve sebzelerin ontolojisini sorgulamaya itiliriz.
Varacağımız yer, doğadan soyutlanarak ve bulundukları coğrafyadan
koparılarak eviçi mekanlara hapsedilmiş olan farklı ekosistemlere sahip
meyve sebzelerin ve değişik kültürlere ait nesnelerin nasıl da insan
hayatı ile eşitlendiği ve bu hayatın cansız, değersiz ve yok olmaya
yazgılı olduğudur. Her an dağılıverecekmiş gibi duran natürmort
fotoğraflardaki acemi kompozisyonlar kadınların hayatları gibi tutuk ve
kararsızdırlar, kısa bir süre içinde çürüyecek meyveler, bozulacak
sebzeler ve solacak çiçeklerse bedenler gibi güçsüz ve kırılgan...
Yaşanmış hayatlar beyhudedir (1).
Dayısının kızı için meyve ya da sebze seçmeyen bir kadın onu şöyle anlatmıştır: o dayımın kızı da aynı benim anneme benzer. tutucu, her gün
rejim yapan, yapıp da muvaffak olan. yapıp da muvaffak olmayan insanlar
da var. rejim listesi istedim, geçen hafta dedi ki “vermeyeceğim artık
sana,” dedi, “aa aşk olsun,” dedim. “görsen,” dedim, “3 aydır görmedin,
tüy oldum tüy,” dedim. “tüy gibiyim,” dedim, “gören hastalandım
zannediyor,” dedim, “geleceğim göreceğim,” dedi. şimdi ben tabak
gibiyim yokum. ne yapayım yokum. demek benim şuur altında saklanma
huyum var, saklanıyorum. vallahi ne o evladım söyle bakayım benim
rahatsızlığım ne? görüşüp öpüşüp de ondan sonra, “efendim de yani ben
zayıfım sen şişmansın,” diyor e kardeşim ne yapayım şişmansam
şişmanım. zararım yok ki. oturunca iskemleni kırmıyorum ki, hiç
kimsenin iskemlesini de kırmadım bugüne kadar, kırmadığıma göre değil
mi? herhalde görünce rahatsız oluyor beni, böyle cüssemden falan.
dayımın kızı. iyi kızdır.
Bu “kadın kadına sohbet”lere sınıfın yanı sıra toplumsal cinsiyet
kodlarının da doğrudan sızdığı görülür. Kadınlar bizzat kendi elleriyle
yaptıkları ve sözcükleriyle düzenledikleri natürmortlarıyla
birbirlerinden bir ölçüde farklı olmakla birlikte oldukça benzer
hayatları sahnelemişlerdir. Özelde aileleri ve yakınlarından bahsederken
gerçekte otorite (iktidar), insanlık durumu ve toplumsal yaşam üzerine
konuşarak belli bir sınıfın yaşam tarzına ve algısına ilişkin birtakım
bilgi parçacıklarını gündeme taşımış ve böylece kişisel olanın aynı
zamanda toplumsal olduğunu bize bir kere daha hatırlatmışlardır.
Kendisine kereviz, eşineyse sivri biber seçen kadının aklının akademik kariyer yapmakta kaldığı açıktır:
ben üniversitede okuyordum, o üniversitede okumuyordu.
arkadaşlarımın arkadaşlarıydı yani. bizim üniversiteye gidip geliyordu
ilk önceleri. hep beraber grup içinde çıkıyorduk mıkıyorduk, bir
arkadaşlık oldu. sonradan evlenmek istedi tabii ben de daha okuduğum
için, daha ikinci, üçüncü sınıftaydım. benim evlenmek gibi bir fikrim de
yoktu. üniversiteyi bitirip, orada kalacaktım ve kariyer yapacaktım.
onu düşünüyordum. o şekilde niyetim vardı. kısmetmiş, bir sene sonra
“peki” dedim.
….. eşim istanbullu biriyle evlenmeseydi belki de ziraatçı olurdu.
ziraatın yanında o zaman siyasete geçtik, aşağı yukarı üç dört yıl
milletvekilliği yaptı. şu anda da ziraatçı. o sevdiği için. ilk
evlendiğimiz senelerden sonra gençlik teşkilatı’na başladım. ben de
sevdiğim için politikayı, ziraatı arka plana bıraktık ve istanbul
ankara arasında gidip geldik. her zaman da düşünürüm ayrılmayabilirdim
üniversiteden. ben o arada üniversiteyi bitireyim de ne olursa olsun
diye düşündüm. fakat şu andaki aklım olsa madem üniversiteyi bitirdim,
devamını da yapabilirim; çünkü aydın kimselerdi. aile aydındı. derdim
ki, “bundan sonra da master yapacağım.” diyebilirdim bunu. o zaman
demek ki böyle düşünememişim.
Kadının sözlerinden natürmort sözkonusu olduğunda artık doğanın doğa
olmadığının ayırdına varırız. Toplumsal cinsiyetin nakşedildiği rutin
gündelik hayat otomatiğe bağlandığında, ataerkil sistem rahat edecektir.
Nitekim öyle de olmuştur. Kadınlar hangi sınıftan olurlarsa olsunlar,
çoğu kez, asıl hikayenin, başka bir deyişle hayatın kendisinin dışında
bırakılmışlardır.
Yazının başında Likör ve Çikolata’nın birbiriyle bağlantılı üç evreden
meydana geldiğini belirtmiştim. Üçüncü evrede bizler, yani
izleyiciler/okuyucular devreye girer. Bu sanat projesi ontolojik olarak
onu üreten sanatçının, psikoloğun, katılımcıların ve son olarak
izleyicilerin/okuyucuların eyleminden ayrı olarak düşünülemez; eşit
oranda imge, eylem, söz, yazı ve nesnenin değişken bileşimidir. Bu
yönüyle Likör ve Çikolata, Nicolas Bourriaud’nun kavramsallaştırdığı
anlamda, bir “ilişkisel sanat” örneğidir. Sanat eleştirmeni ve küratör
Bourriaud, İlişkisel Estetik (1998) başlıklı kitabında “ilişkisel
sanat”ı, sanat işlerini onların temsil ettiği, ürettiği ya da harekete
geçirip teşvik ettiği insanlararası ilişkiler temelinde değerlendiren
estetik kuram olarak tanımlar. Bu kuramın yöneldiği sanat ise, çıkış
noktasını, müze ya da geleneksel galeri mekanı gibi özerk ya da özel bir
mekan yerine tüm insan ilişkilerinden ve bunların sosyal içeriğinden
alan kuramsal ve pratik sanatsal etkinliklerden alacaktır (2). Sanat işi
artık kendi içinde başlayıp biten bir form değil, “sosyal bir nesne”dir.
İnteraktif, kullanıma ve katılıma açık olan ve homojen bir bütünselliğe
indirgenemez birlikteliklere dayanan “ilişkisel sanat”, göstergeler,
formlar, eylemler ve nesnelerin yardımıyla dünya ile ilişkiler kurmak,
önceden öngörülemez jestler yapmak ve alternatif sosyallikler üretmek
için devreye giren süreçsel bir eyleme/eylemlere işaret eder. Toplumsala
açılan sanat işi, böylelikle, bitmiş bir formun değil, bir sürecin
sergilenmesine, bir anlamın, bir düşüncenin, bir eleştirinin görünür
kılınmasına dönüşmüş olur. “İlişkisel sanat” çoğuldur, indirgenemez
şekilde çoğuldur: bir şeye işaret eder, bir şeyi harekete geçirir, bir
şeye sevk eder; okuma stratejileri ve katılım modelleri ile form bulur.
Dolayısıyla “ilişkisel sanat” performatiftir. İşin gücü şu ya da bu
imge, şu ya da bu formdan gelmez; ne olduğu değil, dünya üzerinde ne
ürettiği önemlidir. Sanat işi orada, o anda üretilir. “Sanat bir
karşılaşma halidir,” diye yazar Bourriaud (3). Sanat işinin akışkan,
başlangıcı ve sonu olmayan ilişkisel formu anlar, rastlantılar ya da
karşılıklı diyaloglarla biçim bulur. Dolayısıyla sanatçısı kadar
izleyicisi de ona “misafirdir”.
Likör ve Çikolata, ev içinde nesneler (oyun), imge içinde mekan
(fotoğraf), mekan içinde imge (altın yaldız çerçeveli sergi duvarındaki
fotoğraflar), mekan içinde mekan (yerleştirme) ve imge içinde hayat
(kitap) gibi, farklı mekansal ve zamansal ritimlere sahip bir sanat
çalışmasıdır. Bütün değil, bir fragmandır. Kadınların konuşmalarının
tümüne yer verilmediğinden, fotoğraflardaki her bir meyve sebzenin
hikayesine, dolayısıyla da kadınların anlattığı öykülerin tümüne
ulaşamayız. Dolayısıyla anlam hem fazladır hem de eksik. Son tahlilde,
Likör ve Çikolata deneyimlenen, eklenen, eksilen, çevrilen (translate),
sürekli ertelenen, biteviye geciktirilen, son söze varılamayan,
bitmemiş, açık bir formdur.
[1] Nermin Saybaşılı, “Natürmort Hayatlar,” Güncel Sanat ve Fotoğraf: AFSAD Uluslararası Katılımlı 8. Fotoğaf Sempozyumu (bildiri kitabı) içinde, Afsad: Ankara, 2017, s. 94. (2) Nicolas Bourriaud, İlişkisel Estetik (çev. Saadet Özen), Bağlam Yayınları: İstanbul, 2005, s. 175 (3) y.a.g.y., s.27
likör ve çikolata
ÇOK ANLATICILI BİR KİTAP
Dilek Winchester
İstanbul, 2006
HİNDİSTAN CEVİZİ, MANDALİNA, NAR
ayşe’yi koyalım, o benim sevgilim ayşe. ayşe için ne seçeyim ben yani? narı seçeyim ayşe’ye, bir de şunu seçeyim. zaten bunu ayşe görse çok sevinir. bunu hiç görmedi hayatında. evet, o ne der, kes der, yiyin der. ama bu nasıl kesilir bilmiyorum, çok zor. hmm o, yani testere gibi bir şey mi lazım bilmiyorum. bir tane de mandalina koyalım ayşe’ye. hindistan cevizinin yanına, çünkü onu da sever.
ayşe’nin ismi konulurken biz yoktuk. tanıdığımızda ayşe olarak tanıdık onu. zannediyorum, yani annesinin anlattığı hikâye, bir apartmanda bir dairede oturan bir hanım var. bundan evvel bulundukları apartmanda. “ismini ayşe koyalım, size şans getirir,” demiş. kendi kızını da ayşe koymuş, çok da severek koymuşlar ayşe’yi yani. bir apartmanda oturan bir hanım söylemiş bir dairede. çok memnunlar ayşe koyduklarına hakikaten. ayşe şanslı bir çocuk gerçekten. şu anda biraz şanssız ama.
20 günlüktü biz ilk gördüğümüzde onu. ciddi bir zaman geçirdik beraber. 6,5 sene. 1 gün ayrılmadan 6,5 sene. 1 gün! ondan, yanından hiç ayrılmamak için hiçbir yere gitmedik ayrılmayalım diye. ya da gittiğim her yere, tabii lokal olarak gittiğim her yere götürdüm. yani istanbul dışına hiç çıkmadım hiçbir zaman. ama burada da gezerken hep yanımda geldi. hiç ayrılmadık, ama şimdi ilk defa ayrılıyoruz yavaş yavaş. O4 / ÇOCUK
KEREVİZ VE SİVRİ BİBER
ben üniversitede okuyordum, o üniversitede okumuyordu. arkadaşlarımın arkadaşlarıydı yani. bizim üniversiteye gidip geliyordu ilk önceleri. hep beraber grup içinde çıkıyorduk mıkıyorduk, bir arkadaşlık oldu. sonradan evlenmek istedi tabii ben de daha okuduğum için, daha ikinci, üçüncü sınıftaydım. benim evlenmek gibi bir fikrim de yoktu. üniversiteyi bitirip, orada kalacaktım ve kariyer yapacaktım. onu düşünüyordum. o şekilde niyetim vardı. kısmetmiş, bir sene sonra “peki” dedim. ondan sonra ancak iki sene okuyabildim. iki senem kalmıştı bitirmeye. ben üniversite okuyunca o da üniversiteye başladı. ben bitireceğim diye tutturunca. o da birinci sınıfa başladı. İkimiz de iktisatta okuyorduk. ben bitirdikten sonra o iki sene yalnız gitti. ama ben de onunla birlikte çıkardım. komşular “nerede çalışıyor,” derlerdi. bizim dört sene üniversite hayatımız var. arkadaşlarımız gelirler giderler, hep birlikte seyahate gideriz. o yüzden dört yılda çocuk yapmadık. kendisi üniversiteyi bitirirken, haziran ayında benden daha iyi dereceyle mezun oldu.
ben çok sistematik bir çalışma düzeni olan bir kimseydim. kartonlarda ders çalışırdım. o büyük kartonları duvara astığınız zaman bütün kitabı görürsünüz. o, hazıra kondu, bütün kartona bakar... hazıra kondu. o, öyle hazır hazır imtihana girdi. o imtihana girdiği zaman, son sınavına girerken, haziran ayında ben hamileydim. mektepler bittiği için, bittikten sonra doğum yaptım yani.
eşim istanbullu biriyle evlenmeseydi belki de ziraatçı olurdu. ziraatın yanında o zaman siyasete geçtik, aşağı yukarı üç dört yıl milletvekilliği yaptı. şu anda da ziraatçı. o sevdiği için. ilk evlendiğimiz senelerden sonra gençlik teşkilatı’na başladım. ben de sevdiğim için politikayı, ziraatı arka plana bıraktık ve istanbul ankara arasında gidip geldik. her zaman da düşünürüm ayrılmayabilirdim üniversiteden. ben o arada üniversiteyi bitireyim de ne olursa olsun diye düşündüm. fakat şu andaki aklım olsa madem üniversiteyi bitirdim, devamını da yapabilirim; çünkü aydın kimselerdi. aile aydındı. derdim ki, “bundan sonra da master yapacağım.” diyebilirdim bunu. o zaman demek ki böyle düşünememişim. U3 / KENDİ ve EŞİ
KEREVİZ
ikinci ad olarak da ümmügülsüm diye bir şey koymuşlar. tamamıyla babaannemin adı olduğu için koydular. ilkokuldan sonra ortaokula giderken üsküdar koleji diye bir koleje koydular, orta bir olarak. şimdi benim bir adım güzin, ikinci ümmügülsüm. bu sefer tabii olarak ümmügülsüm olarak düşünüyorlar, ben de ortaokula kadar hiç bu ismi kullanmamışım, ilkokulda da “güzin, güzin” diyorlar. üç, dört gün geçiyor, sınıfta bana “ümmügülsüm” diyorlar, ben hiç. sonra ikisini söylediler, “ben burdayım,” diyorum. “e, sen kaç gündür nerdesin,” diyorlar, “e ben burdayım,” diyorum. “benim adım ümmügülsüm değil ki güzin,” diyorum. “a, nasıl olur,” diyorlar. “vallahi ben altıncı sınıfa kadar bu isimle anılmadım,” dedim. bunlar iyice taktılar, hiç “güzin” demiyorlar “ümmügülsüm” diyorlar. bir hafta falan böyle devam etti, sinir oldum ve bir gün eve gelip “ben mektebe gitmiyorum,” dedim. çünkü artık çok sinirlendim. bunlar da ısrarla, ümmügülsüm aşağı ümmügülsüm yukarı. artık komik de bir hale geldi. “okumayacağım,” dedim. sonra evde telaşlandılar. “başka mektebe gideceğim,” dedim. ondan sonra moda’da marmara koleji vardı, baktılar ki baş edemeyecekler aldılar beni okuldan, marmara koleji’ne geçtim. ortaokulu da orada bitirdim. yoksa gitmeyecektim. alışmadığım için, bir de uzun bir isim. sonra marmara koleji’ne gittim, yatılı okudum üç sene ve çok da memnun kaldım.
kendim için sevdiğimi seçeyim bari. kereviz çok severim. herkes sevmez ama ben çok severim.
anneannemi biliyorum ama babaannemi hiç bilmiyorum. ismini almışım, hiç tanımıyorum ve benim isimden dolayı bir ilişkim var. bursalı, bursa’dan gelmişler ve daha genç yaşta ölmüş. hiç tanımıyorum, tanımadığım için de seçemeyeceğim. babam çok kıymet verirdi, benim de ağabeyimle aramda on yıl var ve annesini de çok sevdiği için koymuş. ama hiç tanımadığım için bilemeyeceğim. U2 / KENDİ
BAYRAK
şimdi benim ilk eşim vefat etti. çocuklarımın babası vefat etti. ikinci eşimle evliyim ama 16 sene oldu. ondan evvel 21 sene. ikinci eşimle çocuğumuz yok. hiç düşünmedik, gezeceğiz dedik. onun da bir çocuğu var, benim üç çocuğum var. işte böyle. iki tane torunum var. onun bir torunu var. üvey kızımın diyeyim o da ikinci evliliğini yaptı, onun da ikinci eşinden bir çocuğu var. biz böyle üvey annemin üvey annesi denecek bir toplulukta oluyoruz, fakat kimse bizi çözemez herkes birbirine o kadar sevgiyle yaklaşıyor ki kimse öyle tahmin etmez. hatta bir toplantıda üvey kızıma sormuşlar —ki hiçbir zaman onu üvey kızım diye düşünmedim. onun da üvey kızı var ve o da çok iyi bir üvey anne oldu— bu kim diye. o da “üvey annemin üvey annesi,” demiş. ama herkes birbirine sarılıyor, fotoğraflar çekiliyor, içiliyor, şarkılar söyleniyor. yılbaşlarında toplanıyoruz, on kişi birbirine hediye alır. on kişi bir araya gelir. çam ağacı yaparız. iyi, birbiriyle anlaşan, birbirini seven insanlarız. benim kızım, eşimin kızıyla aynı ay, aynı sene doğmuşlar. ikisi birbirine ikizimiz diyorlar. T3 / EŞ
PIRASA
gizem’in ismini tabiiki doğal olarak ablasına havale ettik, yani bir 14, 13.5-14 yaş var arada. o şey yapmasın diye kıskanmasın diye “sen bul,” dedik ona, “kardeşinin ismini”. o da işte bir buse dedi, bir gizem dedi. gizem zaten o senenin, o bir iki senenin moda bir ismiydi ayrıca. 89, ta 87’lerden ya da biriki sene sonrasında çok çocukta gizem var. ondan sonra ama o dedi ki “yok,” dedi “buse’yi istemiyorum”. “buse’yi ben kendi kızıma saklıyorum, gizem koyalım,” dedi. ve allah gönlüne göre verdi. eşi burak, bu, ve seda’nın se’si, buse oldu. ama “bu olmasaydı demek ki diyor ben bu’lu bir şey bulacakmışım,” diyor. “burak olmasaydı gene demek ki bu’lu bulacakmışım” diyor yani o hakikaten öyle söylemişti ve o öyle denk geldi. tamam buse öpücük ama hani nasıl oldu dendiği zaman baş harflerden kimisi uydurur biraz da uyduruk bir şey olur, bunun tam oturdu. isim ne dendiği zaman işte annebabanın baş harfleri ama zaten hani seda hep böyle isterdi, böyle bir arzusu vardı. o gerçekleşti. allah’tan başka bir şey dileseymiş gerçekleşirmiş herhalde.
kayınvalidem de dedi, “ay nerden buldun kızım bu ismi,” dedi, “gizem gizli demek,” dedi, “gizem gizli olmadı ki,” dedi. aynen böyle söyledi yani. “ama yok anne,” dedim “güzel isim, ablası koydu,” dedim. ha bir şeye dokundurmak için söyledi çünkü çok akıllıydı kayınvalidem. yine bir akrabalardan tanıdığım, onun da kızı büyük ama gizem ama onların önce bir beraberliği varmış, hamilelikle falan ilgiliymiş. onu şey yapmak istedi bana. o dedi ki “bu gizli değil ki,” dedi. gizem’i seçelim. gizem şey pırasa çünkü soğan yerine pırasa aldı bana. S3 / KIZ
ENGİNAR VE KEREVİZ
annesi çok kerime nadir romanı okurmuş. babası maça gittiğinde ona kerime nadir’in romanlarını bırakırmış. o da romantik bir insan. onları okurmuş. orada bir karakter nejat. aşk şeyleri üzerine. babaya seçiyoruz. nejat bey’e seçiyoruz. şu enginar biraz sinirli gözüküyor. şöyle dursa, şu pozisyonda durabilse. bir vazo yok mu, kızım. baban şimdi her an böyle dikenleri üstünde ama içi lezzetli. yani içinde kötülük yok fakat ilk baktığın anda korkabilirsin. öyle bir şey. işte bu nejat’a uyar. önce bir korkutur ama açıp da içini şey yaptığın zaman değerli bir şey çıkabilir içinden. aslında anlaşılması da zor çünkü gizli çok. öyle bir özelliği de var. içine ulaşamazsın. ulaşabilirsen ne mutlu da… gizli ve ulaşılması zor. aynı zamanda da bilmiyorum hiç enginar ayıkladınız mı pişirmeden önce, ben de ayıklayamadığım için hazır alıyorum. bu nejat’a uydu valla hiç fena değil. oradaki aşk hikâyesi o kadar etkilemiş ki yani o şeyde herhalde platonik bir aşk yaşamış. kendi hayatı içinde yaşadığı bir aşkın şeyi gibi. zaten çok romantik ruhlu bir kadıncağızdı. allah rahmet eylesin. biraz rahatsızdı da aslında. bir ihtimal belki sevdiği birinin de adı olabilir. o karakter orada onun eskiden sevdiği. çünkü babası tarafından evlendirilmiş. pek severek evlenmemiş. öyle bir özelliği de olabilir ama aşırı bir düşkünlüğü vardı nejat’a. iki oğlu var. mesela küçüğe öyle bir şeyi yoktu. bana hep onu derdi, “gözüm arkada kalmayacak ölünce nejatım’ı sana teslim ediyorum. seviyorsun, di mi nejatım’ı?” hep öyle. 5 çayına gelirlerdi sürekli. bu evde hem de yani. kapıdan çıkarken, allah rahmet eylesin, “gözüm arkada kalmayacak, nejatım’ı sana teslim ediyorum,” derdi.
valla babaaneye ne seçebilirim? ona da şöyle kereviz gibi bir şey. yani nasıl diyeyim... talihsiz bir hayat. aslında güzel bir insan fakat çok iyi bir hayatı olmamış. iki çocuğu için yaşamış. N4 / KOCA VE KAYINVALİDE
ELMA
şimdi ben hamileydim, eşim bir çukurova erkeği olduğu için, muhakkak erkek çocuk bekliyor tabii. başka isimler buluyor kendince. ben “dört yapraklı yonca” adlı bir kitap okuyordum. orada kızın adı yonca’ydı. çok hoşuma gitti. e tabii erkek bekleniyor, hiç kız beklenmiyor. ben de dedim ki “tesadüfen kız olursa, adını yonca koymak isterim” tabii eşim savcı olduğundan başka yerde görev yapıyorduk, sonra ilk doğumum olduğu için annemin yanına geldik. doğum yaptım ancak eşim annesigile gitti falan, ne isim koyulacak diye, eşim de “sedef, yonca istiyor!” “a, olmaz yarın okulda bunu oynatırlar, işte atlara yonca verelim,” diye. işte doğum yaptım ben yonca olacağını tahmin ediyordum, annesine gidip geldikten sonra “sedef,” dedi “böyle böyle, annemler böyle, diyor, ne dersin?” tabii, biraz bozulur gibi oldum, birkaç isim; hazan, bilmemne, birkaç isimler konuldu, söylendi “hangisini istersen” yine bana bıraktılar; sedef denizden çıktığı için deniz’i ben tercih ettim.
o zaman elmayı seçelim, deniz için.
İ4 / KIZ
BROKOLİ
benim kurduğum aile, eşim ağabeyimin karısının kardeşiydi, yani bizden bir kız bir erkek, karşımızdan da bir kız, bir erkek evlendi. aileler birbirlerinden memnundular, o zaman zaten 1960’lar, ’59-’58, pek itiraz edilmezdi; çünkü gelenek bu olduğu için kabul edilirdi. böyle bir evlilik yaptım. eşim savcıydı. kültürlü bir insandı, benim için hem hoca hem kocaydı, mutluydum. işte iki kızım oldu. ancak yedi sene sonra eşimi kaybettim. eşimi seçmek isterim. faydalı bir şey, çok faydalı bir insandı. benim hayatımda özel bir yeri olan kişi. adı: ali kemal.
onun isim hikâyesi; ali dayısının ismiymiş, ancak ailede çok ali genç yaşta vefat etmiş, vurularak. onun üzerine, kemal’e hamileymiş annesi “erkek doğarsa kardeşimin adını koyacağım,” demiş. onun üzerine kemal’in adı konulmuş. ancak kemal doğduğu zaman da —o bıçaklanarak öldürüldüğü için— o bıçak izleri çocuğun bedeninde varmış. reenkarnasyon tabii, burada devreye giriyor. yara izi olarak, yara değil de yara izi olarak bedeninde varmış. dayı yeğen olarak geliyor tabii.
bu programlar hep böyledir. yani bir aile zinciri içerisinde, siz devamlı şey yaparsınız ilk bir kök vardır kökten başlar; anne olursunuz, o ailenin babası olursunuz, dayısı olursunuz, çocuğu olursunuz, yengesi olursunuz, öyle olursunuz, böyle olursunuz. zincirler birbiri içerisinde yaşarken, sen anneyken evladına yaptığın bir hatayı, sonra sen evlat oluyorsun o sana yapıyor, sen ona yapıyorsun bir ödeşmeyle birbirimizi takviye edecek hale geliyoruz. evet öyle denilir. onun hikâyesi o. ailede de çok ali olduğu için ucuna da bir kemal koymuşlar. İ3 / EŞ
SEBZE YA DA MEYVE SEÇİLMEMİŞ
o dayımın kızı da aynı benim anneme benzer. tutucu, her gün rejim yapan, yapıp da muvaffak olan. yapıp da muvaffak olmayan insanlar da var. rejim listesi istedim, geçen hafta dedi ki “vermeyeceğim artık sana,” dedi, “aa aşk olsun,” dedim. “görsen,” dedim, “3 aydır görmedin, tüy oldum tüy,” dedim. “tüy gibiyim,” dedim, “gören hastalandım zannediyor,” dedim, “geleceğim göreceğim,” dedi. şimdi ben tabak gibiyim yokum. ne yapayım yokum. demek benim şuur altında saklanma huyum var, saklanıyorum. vallahi ne o evladım söyle bakayım benim rahatsızlığım ne? görüşüp öpüşüp de ondan sonra, “efendim de yani ben zayıfım sen şişmansın,” diyor e kardeşim ne yapayım şişmansam şişmanım. zararım yok ki. oturunca iskemleni kırmıyorum ki, hiçkimsenin iskemlesini de kırmadım bugüne kadar, kırmadığıma göre değil mi? herhalde görünce rahatsız oluyor beni, böyle cüssemden falan. dayımın kızı. iyi kızdır.
sıska biri, hastadır o. annem sıskalaşmıştı, o da hastalandı öldü. tövbe tövbe. yani o da çok tombuldu. sonra nedense bir doktor “kalbin var zayıfla,” demiş çok etkisinde kaldı onun. zayıfladı, zayıflayış o zayıflayış. gitti. 56 yaşında gitti. demek o yaşlarda böyle erken şeyler vardı. mesela dün onu doktorla konuştuk, akupunkturcuyla. 50 yaşında yaşlı derdik şimdi zıp zıp zıplıyoruz 50 yaşında. babam iyi yaşadı maşallah, ama iyi yaşamadı yaşlılığında yalnızdı. çok aradı anneciğimi. “bakın şükriye mi geldi?” derdi yazık, sanki “tekrardan gelecek gibi geliyor bana,” derdi, yan yana da gömdük. hayırlısı tabii. orada da muhakkak mutlu mesut bizi konuşuyorlardır. G4 / DAYININ KIZI
KIRMIZI DOMATES ve AMASYA ELMASI
bir tane mi seçmem lazım? ikisi çok hoşuma gitti. tabii kırmızı kırmızı domatesi seçeyim ben. bayıldım ben bu domatese. domates, başka ikinciyi de seç diyor musunuz? yanında da bir de elma. tam bana uyan renkler, modeller, tombiş tombiş.
benim ismimi aile gülsün diye koymuşlar, mutlu olsun gülsün. babacığım koymuş. gülsün, bereketli olsun, neşeli olsun, keyifli olsun. hep babacığım derdi, “sen geldikten sonra işlerim de düzeldi hayatın da rengi çıktı ortaya yani çok renklendi hayat,” derdi. bir savaş dönemiydi, karışıklık dönemiydi, yokluktu, çünkü babam bakü’den buraya gelmiş ondan sonra çok zorlanmış tekrardan 40–45 yaşında iş bulmaya filan. halı işi yapıyormuş rahmetli, tekrardan burada dükkân tutmak falan yani çok bocalamış insanlarla, efendim etrafınla. tek başına, yalnız da gelmiş istanbul’a. ondan sonra annemle evlendikten sonra çok zorluk dönemleri geçmiş, kolay değil tabii. ondan sonra ben sürpriz çocuk gelmişim, hiç olmayacak zannetmişler. babam da 45 yaşında düşün. olunca hadi bırakalım demişler ve muhakkak kız olursa güler olsun ailemiz gülsün. öyle bir öyküsü var. G2 / KENDİ
KIRMIZI BİBER
ihsan teyzesiz hayat olur mu? ooo herkes severdi ihsan teyzeyi, yani renkli kişilikli süslü püslü bir kadındı. ihsan teyzeye ne koyalım, bunu koyalım. pek de modeline benzemedi ama, bu olsun, başka ne olabilir, kırmızı biber olabilir. lüks yaşamayı severdi, hayat dolu bir kadındı. renkliydi. pencereden bakardı, misafir çağırırdı, insan çağırırdı. “yalnızım, yalnızım” diye. düşünün. ablam ona çekmiş. pencereden eğilirdi, “komşular gelinnn, niye gelmiyorsunuz, gelin yiyip içelim.” anladın mı? çok enteresan. çok da yiyerek harcadı. hiçbir şey de bırakmadan, keyifli keyifli. çok çok zengindi. annem biriktiren insan. ooo. pencereden sarkardı hiçbir şey olmazsa karşıdaki bakkalı çağırırdı. bakkal ahmet efendi’yi -ağlıyor hala bakkal ahmet efendi- “gel bir çene çalalım, kahve içelim fal bakalım,” diye. hep böyleydi, ev böyleydi ama herkes kendi servisini yapardı. birisi çay yapardı, birisi yatak değiştirirdi. o otururdu, “e ne yapacağız? ne yiyeceğiz? ne içeceğiz?” diye. ihsan teyzemi herkes çok severdi, ihsan teyze hayat dolu bir kadındı. bir numaraydı, hâlâ herkes anar suadiye’de. ölecek kadın değildi. bu kadar topuklular giyerdi, yürüyemezdi de benim gibi disk problemi vardı, ama tutuna tutuna böyle. kıpkırmızı ojeler. anneciğim tutucu, tam ev kadını. herkesin bir hayatı var işte. G4 / TEYZE
KURU FASULYE, PATATES, MANDALİNA
adım belgin. demek ki o senelerin bir moda ismiydi. bazı isimler böyle moda olarak şeyler ya. hatta bir ara tulga koymayı, suna koymayı düşünmüşler. sonra demişler ki tulga koyarsak zamanla bu tuğlaya dönüşür, arkadaşları alay eder. suna’nın da sonra ördek olduğunu, erkek ördek olduğunu öğrenmişler. ee belgin’i koymuşlar. ben de adımdan memnunum çünkü sonradan seçtiğim şeyle de tesadüfen uyuşuyor. belgin’in anlamını biliyor musunuz? belgin felsefî bir terim. yani yeteri kadar tarif edilmiş. daha tarif etmeye gerek yok. belgin belli artık. dahası yok. o şekilde belgin olmuş. kendimi temsilen? hakikaten hiç böyle bir şey düşünmemiştim çocuklar. bir tane seçiyorum değil mi? kendimi temsilen galiba patatesi seçiyorum. bu mandalina mı? evet, 3 şey seçebilirim kendim için. burada kuru fasulye yok mu? yok. varmış. bir tanecik buldum. öbürleri börülce çünkü. kuru fasulye, patates, mandalina. 3 tane seçtim. B2 / KENDİ
ÇİLEK
onun ismini de babam koymuş. hatta annem rüyasında hamileyken “bir melek geldi,” diyor “kulağıma halim halim diye fısıldadı,” diyor. “ille halim koyalım,” demiş. babam da “halim. ne halim-selim iyi değil,” demiş, “sessiz bir şey mi olacak? gürer koyalım”. onun için de bağırır çağırır gürler. annem de rahmetli her zaman derdi ki işte “halim halim koyalım dedik, sen gürer koydun. işte bu gürleyip duruyor. bize rahat vermiyor”. hatta annem derdi “halim diye mi çağıralım acaba bunu biraz?” hiç unutmam küçükken bu ışık lisesi’nde yatılı okurdu. tam pazartesi oldu mu, tutturur “ben gitmiyorum okula”. pazartesi sabahları bizim annemle çektiğimiz çok kötü. kitaplar yırtılır. defterler yırtılır. kıyametler kopar. yalvarırız ederiz. yani çok çektik. hâlâ çekiyoruz. allah iyilik, sağlık, uzun ömür versin. ona çilek seçeyim çünkü niye biliyor musun o çilek yiye yiye şeker hastalığı çıktı. çilek yemiyor şimdi. onu yedi yedi. çilek yemekten o zaman. çok çilek yiyormuş, yiyormuş, yiyormuş böyle. “sen şeker misin niye böyle şeker atıp habire çilek yiyorsun? götürelim filan doktora,” demişler. “yok gitmiyorum ben.” habire su içiyormuş, çilek yiyormuş. ama şimdi yiyemiyor. D3 / KARDEŞ
MAYDANOZ VE KABAK
annem taze çiçekleri çok sever ama hadi şu maydonozu seçelim. hayatı da dağınık maceracı. yani şunun bunch’ını açsak nereye gideceği belli olmaz. anneme uyar bu.
zaten babam annemle kabataş lisesi’nde lise son sınıfta geziye gittiklerinde-annem de ışık lisesi son sınıfta-öyle yıldız parkı’nda tanışıp işi pişirmişler. 19 yaşında evleneceğim diye tutturmuş. ama sonu romantik bitmemiş. 25 yıl sonra romantizm öyle bir hüsranla sonuçlandı. eh 25 yıl itişe kakışa yaşamışlar. bir yandan onların öyle bir şeyi vardı zaten ne ayrı ne beraber. ayrı oldukları zaman büyük aşk halen devam ediyordu. ikinci evliliğinden sonra da babamın zaman zaman kaçışları varmış anneme. biraraya geldiklerinde de kavga ediyorlardı. böyle değişik bir şey. uzaktan sevmek seni aşkların en güzeli. ömürleri öyle geçti hep. onlar ayrıldıktan sonra ve babam-15 yıl başka bir eşle yaşayıp-trafik kazasında öldükten sonra annem “şimdi ben dul kaldım,” dedi. onun üzerine de 2-3 evlilik yapmasına rağmen, hepsinden ayrıldı ve babamın resmini göğsünde taşır hâlâ. “ben şimdi dul kaldım esas,” dedi bir yandan ama bir yandan da “bak şimdi o arabada ben olsam ben de ölecektim,” dedi. annemi biraz anlıyorsunuzdur herhalde. işte öyle bir kadın yani. evet, annemin bırakamadık ucunu.
annem, babam “evlenirsen çeyizini artık ben yapacağım,” diye tahrik edince-provoke ediyor, “kim alacak seni bu yaştan sonra kayınvalide oldun”-annem de kendinden 4 yaş küçük biriyle evleniyor sonra “ben bunu sevmiyorum. hayvan gibi görüyorum. kahvaltı getiriyor benim ayağıma. bunu benden ayırın,” filan diyor, ayrılıyor. birkaç sene sonra kendinden 10 yaş küçük birini buluyor. işte öyle macera bir hayat yaşayıp sonra “yeter artık çok sıkıldım bu erkeklerden” deyip şimdi artık 74 yaşında erkeksiz yaşamaya karar verdi galiba. öyle zannediyorum. bilmiyorum tabii, yazın gittiğinde nasıl yapıyor. umarım yani. bu arada o televizyonda, neydi, ikinci bahar’da bir adama göz koymuş. onu da parantez içinde söyleyeyim, “tam telefon açacaktım, evlenme teklif edecektim ama onun bir fiyasko olduğunu anladım. çok maçoymuş, hoşuma gitmedi,” dedi. “önce gözüm tutmuştu ama sonra vazgeçtim,” dedi. N3 / ANNE VE BABA
BİR KUTU MANTAR
bir edip dedemiz kaldı sadece. baba. eşimin babası. çok şen şakrak çok hoş bir insandı. çok da severdik. bu mantarlar da bizim mi? onu da böyle koyalım. evet. edip baba çok böyle hayalperest. bir kazanıp beş harcamayı seven ve böyle borçtan kurtulamamış hayatı boyunca. ama çocuklarına ve ailesine çok düşkün, çocuklarını kolejde okutmuş ama borç harç içinde. hep şey rüyası vardı onun, “bir apartman alacağım. milli piyangodan para çıkacak kızım, benim güzel gözlü gelinim. alt katında biz, bizim üstümüzde siz, onun üstünde de fikret oturacak”. iki oğlu var. sürekli bu hayali kurarak öldü. ondan sonra işte şeker hastası “oohooo… bizde neler yok kızım neler. şeker var, tansiyon var, ondan sonra efendim işte kalp var, şu var”. ondan sonra da arkasından hahaha da güler. yani o hastalıklar büyük zenginlikleriymiş gibi anlatırdı. böyle bir pozitif adam. ilginç bir adamcağızdı işte. ay sonunu getiremez. emekli maaşını aldığı gün piyango vurmuş gibi bana altın kolyeler, öbürüne bir şeyler, büyük zengin oldu zanneder. ayın 15’inde para biter. “sakın söyleme benim param bitiyor, biraz bana borç verir misin?” böyle bir ilginç adamdı.
kayınvalidemden 11 yaş büyüktü. fakat kayınvalidem önce öldü. hiç beklenmedik bir şekilde. çok hasta bu dediğim gibi hep şeker, tansiyon, her şey bindirmiş. bu evde de oturuyoruz. her akşam üzeri gelirlerdi. giderken de “öleceğim gözüm arkada kalmayacak”. annesi oğlunu bana bırakıyor, o da anneyi bana bırakıyor. “öleceğim gözüm arkada kalmayacak, annen sana emanet.” ee her gün böyle derdi.
önce kayınvalidemi kaybettik. bir hafta sonra da o öldü. o hafta mezarlığa gittiğinde, yani gömmeye gittiğinde “haftaya burdayım, karabiberim” demiş. onu hep söylerler. burada banyoda yıkanıyordu, şu banyoda hatta, ölüm haftası. bir yandan ağlıyor filan, ağlayarak girdi. bakıyorum banyodan kahkahalar geliyor. “noluyor,” dedim, eşim de yardım ediyordu. “ben,” diyormuş, “şimdi japonya’ya gitsem, geyşalar bir masaj yapsa ben yeniden canlanır mıyım,” böyle gülerken ağlar, ağlarken gülen ilginç bir insan. her sabah ağlayarak kalkardı. “karabiberim, seni özledim,” diye. bir hafta öyle ağladı. sonra da herhalde kalp şey yapmadı yani. bir sabah uykuda iki hapşırdı, üçüncü de gitti. bir hafta arayla. çok severdi karısını. “karabiberim. karabiberim”. kayınvalidemin aşık olduğunu sanmıyorum ama o çok severmiş yani. N5 / KAYINPEDER
YEŞİL ELMA VE KIRMIZI LAHANA
azıcık bir votka aldım, o beni böyle çekti, elimi çekmedim. ten uyuşması herhalde. enteresan! çekmedim elimi ve ondan sonra başladı çilemiz. ne çile, ne çile! enteresan. annem üç defa intihar etti, “ben söz verdim…” diye. “o üniversite sonda, o burada hazır bekliyor, adam çok varlıklı iki tane yazıhanesi var, ticaret adamı. sen, üniversite son sınıftaki talebeyi mi bekleyeceksin?” üç defa intihar etti. biz gizlice nikahlandık mı? eşim daha çalışamıyor çünkü. dayıma gittik, dayımı bağladı o, yıldırım nikah iznini dayım aldı. o zaman belediye başkanıydı dayım. hemen izin alındı, biz ikimiz, iki zavallı dört kişiyle nikah kıydık. ondan sonra bir savaş. çile, çile, çile bülbülüm, çile! dört sene! bu sefer anne kabul etti; bu sefer biz nikahlandık, dayım açıkladı. ailem kabul etti, bu sefer de o açılamadı ailesine. “sen gizlice nikah yapmışsın nasıl bizim haberimiz yok!” bu sefer adam açılamadı. benim babam dedi ki, “hayır bu nikahı nasıl yaptıysa, gidecek kendi açılacak. biz ailesine haber vermeyiz,” dedi.
ondan gitti dışarıya, fransa’ya, oğluma hamile kaldım. oğlum kırk günlük oldu, ben paris’e gittim. kaldım yalnız başıma, uçakta; ne alt değiştirme bilirim, ne mama yedirme bilirim hiçbir şey bilmem. cesarete bak, aldım bebeği eşimin yanına gittim. ondan sonra oradayken biz, karşı aile duyuyor. o zaman bir mektup yazmışlar: “sevgili yavrularım, ne yapıyorsunuz, nasıl yaşıyorsunuz? çocuğunuz olmuş, bizim hiç hakkımız yok muydu bu mutluluktan tatmaya.” ya işte kader! dört sene kader, bizim mücadelemizmiş. eşim egzama oldu, ben öyle. hep üzüntüden. mutluyuz, çok mutluyuz. çok sevdik. büyük aşkmış. adamın her huyunu yaptım ben, o da yaptı. öyle olunca mutluluk devam ediyor. kader, kader! ben evleniyordum, hemen evleniyordum. nereden nereye. şu kadar votka almasam tamam mı! alışmamışız, adam da demek ki hoşlandı, çekince beni… dayım çok yardım etti. ama şahit olarak mutemedini koydu. kendi bile olmadı, korktu herhalde annemlerden. benim şahidim mutemet, eşiminki de yengem oldu. düğün evleniyorsun, bir resmin bile yok. nasıl ağlıyorum. rıhtımda kadıköy evlendirme dairesi vardı. balkonda nasıl ağlıyorum. nikahı kıyan “en güzel evlilik budur,” dedi. ama resim mesim hiçbir şey yok. bize dayım yardım etti, o da rahmetli oldu. öleli 10-15 sene oldu. sonra gittik dışarıda kaldık iki sene. buraya geldik, ana baktık, baba baktık, kayınvalide baktık, kayınpeder baktık bütün aileye baktık. hâlâ da bakıyoruz. kimse kalmadı bir tek ben kaldım. kalsaydım dışarıda rahat yaşayacaktım. dayanamadım dedim ki “büyük aşkımsın, her şeyimsin; fakat yapamıyorum. sen kal, ben dönüyorum,” dedim ve bir sabah döndüm. sonra buraya geldik, allah yardım etti, herşeyimiz oldu. R3 / KENDİ VE EŞİ
KIRMIZI BİBER
benim ismimi annem koymuş ama şöyle: annem hamileymiş, —istenmeyen bir çocuğum, beşinci çocuk. bir kiracımız varmış, albay. albayın da bir kızı varmış, adı sedef. esmer, çok güzel bir kızmış. annem, uzaktan, hep evden onu gözlermiş, terasa çıkarmış, böyle güzel, edalı falan. bu 1943’ler tabii. ondan sonra orada her “sedef!” diye çağırılışı annemin çok hoşuna gidermiş “eğer kızım olursa adını sedef koyacağım,” demiş. benim de hikâyem bu. herhalde erkeklere isim koyarken babam söz konusudur. bir tek bende annem. kız da çok güzelmiş. bunu söylerken tabii, daha biz doğmadan programlar hazırdır, benim ismim sedef’tir zaten. ancak vesilelerle dünyaya geldiğimiz için vesilelerle, tesadüflerle, hazırlanmış zamanlarda o isme doğru yönelirsiniz. bilirsiniz, sedef kendisini, sara sara sara bir mücevher haline gelir. demek ki bir olgunluğu ifade ediyor sedef. evet. onun için benim için de çok değerli. şimdi yaptığım çalışmalarla da bağdaşıyor. hani bir olgunluğu yakalaması lazım ki insanın, bir üst olgunlukları, bilgileri alabilsin. o nedenle ismim mühim.
doğum günü ve isimler çok değerli. programlar dünyaya gelmeden önce yukarıda hazırlanır. alırız programımızı sonra anne babamızı seçeriz, buraya geldiğimizde kapalı şuurda girdiğimiz için dünya ortamına, her şey unutturulur, doğarız ve “bu ne?” demeye başlarken, tesirem mekanizmasıyla hayatımızı programa sokarız. orada ne program aldıysak burada onu yaşarız.
gelmeden önce kendi aileni seçiyorsun tabii. mesela şöyle bir hayata ihtiyacım var, sınıf geçmek için; anne babayı seçiyorsun, okulunu seçiyorsun, her şeyini de ona göre seçiyorsun. eksiğine göre seçiyorsun. o eksiği tamamlaman lazım ki sen bir üst sınıfı, boyutu yakalayasın. burası imtihan boyutu, dünya. kakara kikiri değil burası imtihan boyutu. buradaki yaşantımızla biz öbür tarafta ileri boyutları yakalıyoruz.
şöyle düşünün: üniversitede ders alıyorsunuz nota ihtiyacınız var, o seneyi bitirebilmeniz için. ne yapıyorsunuz, üç kredi oradan alıyorsunuz. beş krediyi öbür olaydan alıyorsunuz. İşte hayatımızda bütün yaşadığımız olaylardan beş, altı tanesi önemli. kredi doldurup, bu kapalı şuurla da hiç bilmeden yaşıyorsunuz. bu kapalı şuurda ne türlü not aldıysanız o sizi üst boyuta taşıyor. ha olmadı beş görevle geldiniz, üçünü yaptınız ikisi kaldı; gelecek sefere o ikiyi de alıyorsunuz, bir üç daha alıyorsunuz geliyorsunuz tekrar. dünyadasınız bir olayı sık sık yaşıyorsunuz “ya ben, geçen sefer bu olayı yaşadım, niye adam olmadım? ben hep aynı şeyi yaşıyorum. bir eksikliğim var,” diyorsun en son. çünkü sana devamlı yukarısı onu yaşatıyor ki oradan bir şey gör diye. bir de bu var tabii. işte bunu sermek lazım önüne; bir hafta önce ne yaptım, ne oldu, niçin ben geçen sefer aynı şeyi yaşadım, şu davranışı yaptım, niye şimdi tekrar oluyor… demek ki orada yanlış bir şey var. bir eksiklik var. onu tekrar yayıp incelemem lazım.
zaten yukarının üç beş imtihanı var; madde, kadın, sağlık, evlilikler, çocuk. hepsi evrim yaptırır, sınıf atlatır, imtihanlar bunlar. evet, aralıklarla bu kasetleri koyarlar bize. İ2 / KENDİ
|