ŞAHİN KAYGUN'UN ESTETİK YAŞANTISINDA BİR DEFNE DALI

SEYİT ALİ AK

“Sanat doğrudan ölmemek için var”

N.Nietzsche

 Yönetmen Peter Yates ''Kostümcü'' adlı filminde ünlü Shakespeare oyuncusu Donald Wolfit'in bir volkanın iç devinimini andıran yaşamını gerçek anılara dayandırarak anlatmaktadır. Bu filmde Wolfit sokakta rastladığı evi yanmakta olan tükenmiş ve çaresiz yaşlı bir adama cebinden çıkardığı tiyatro biletlerini uzatarak

 ''Akşam geliniz, burada buzur bulacağınızı umarım.'' der. Sanatın kökü, evreleri, etkisi, görevi ya da görevsizliği üzerine sayısız yorum getirilmiştir. Yeni renk pigmentlerinin analizi yöntemleriyle Kuzey İspanya ve Güney Fransa'dan buz çağına ait mağara resimlerinin 14.300 yıl kadar önce yapıldığı saptanmıştır. Günümüzde artık sanatın ölümünden sözedilmektedir. Henüz 18. yy'ın başlarında yayınlanan Goethe'nin ''Genç Werther'in Acıları'' adlı yapıtında karşılaşılan roman figürü Werther'in intiharından etkilenen 17 kişi yaşamına son vermiştir. Öldüren sanat, yaşatan, insanı bilinç varlığı katının en ele geçmez yerlerine ulaştıran, acı ya da buzur veren sanat, oyun, büyü, fantezi, insanı gerçeklerden uzaklaştıran, imgesel yapay dünyaya sürükleyen bir olgu olarak nitelendirilmiştir. Doğayı değiştirerek ona üstünlük sağlayan insan, tasarım gücüyle olmayacak şeyleri başarabileceğini kanıtlamıştır. Büyü yoluyla nesneleri değiştirme, acı çektirme, hastalıkları iyileştirme ya da öldürme gibi istemlerin yaptırımına yönelik törenler, ilkel insanlarda öykünmenin, dramanın başlangıcı olmuştur. Emst Fischer ''Sanatın Gerekliliği'' adlı kitabının ''Büyünün Gücü'' ne ilişkin bölümünde ''Başlangıçtaki büyü zamanla dine, bilime ve sanata dönüştü.'' diyor. Dinlerin sanata bakış açıları başlı başına bir araştırma konusudur. Dinle, gelenekle beslenen ritüel ilkel sanatın kendine akılcı bir çıkış yolu arayışına girişmesi zaman almıştır. ilk önce, dinlerin sanata bakışına ''inancı bozabilecek şekilde, somut görüntüsü olan bir başka tanrıyı reddetme'' düşüncesi egemendir. Hıristiyan tarihçiler, ikonalara ibadetin, İncil'i kaleme alanlardan Luka'nın bir tahta üzerine Meryem'in resmini yapmasıyla başlamış olduğunu öne sürmektedirler. III. Leon, 723 yılında ikonalara ibadeti yasaklamış, kavgası 823 yılına değin sürmüştür. Bu ''tasvirler pagan idolcülüğüne dönüş'' olarak algılanmıştır. Ancak, 13. yy'da bazı sanatçılar kilisenin buyrukları dışına çıkarak kendilerine yakın buldukları konuları işlemeye başlamışlardır. İslam da, şemalaştırma, özetleme (stilizasyon), canlılık izlenimi vermeyen gölgesiz, ışıksız, perspektifsiz kitap açıklama resimleri olan minyatürle yetinmek zorunda kalınmıştır. Kuran'da açık bir tasvir yasağı olmamasına karşın mistisizm, etkisini İslam ve Anadolu Türk sanatında sürdürmüştür. Toplumumuzda batı sanatına egemen olan ''İnsan vücudu, proporsiyon, hareket, poz ve ifade kavramları''na ilgi duyulması dini amaçlı yapılanmanın aşılmasına ilişkin ilk belirtiler 18. yy'da görülmeye başlanmıştır. Bizde ilk kez, Osman Hamdi'nin (1842-191O) bu toprağın sanatçısına özgü olan oryantalist bir bakış açısıyla fotoğraftan yararlanarak resim yapma yolunu benimsediği görülmektedir. Osman Hamdi'nin bazı resimlerinde hareket ve fotoğrafik 'tıpkı''lık ön plandadır. Cumburiyetin toplumu devlet eliyle yaratma düşüncesinin egemen olduğu ilk yıllarında artistik eğilimler , güzel bir biçimde gösterme, değerlendirme ve bilinçlendirme ana düşüncesi üzerine oturtulmuştur. Bu da iç gerçeklerini çözmeye yanaşmayan, dışa dönük sorunlu bir sanatçı tipinin yaratılmasına neden olmuştur. ı950'li yıllarda çağdaş bireyleşme yönelimi hızlanarak yeni bir anlatım tekniği, biçim anlayışı kazanılmıştır. ''Anlatımda nesnelliğin reddi, öznelliğin benimsenmesi'', içiçe gelişen olaylar ve etkenlerin özgün ve özgür çağrışımlarla yoğrularak değişik yapıtların ortaya çıkarılmasına neden olmuştur. ''İç monolog'' -bireyin kendiyle hesaplaşması da diyebiliriz-, ''bilinç akışı'', ''gerişe dönüş'' ve ''montaj'' tekniği sorunlara daha kıyıcı, eleştirel bir anlayışla yaklaşmanın yollarından birini açmıştır. Eski ünlü estetikçilerimizden Cemil Sena bu konuda şöyle diyor: ''Klasik kurallardan sıyrılarak şekil ve kapsam bakımından geniş bir özgürlük arayan sanatın, ruh, anlam ve konu bakımından da özgürlük araması doğal bir niteliktir. Bunu bir kusur değil, bir yenilik, bir ruh ve ihtiyaç değişikliği, toplumsal ve tinsel bir zorunluluk ve yetkinlik saymalıdır. Nitekim yeni sanatçılar hemen bütün dünyada, bu biçimsizlik biçimi ve bu yeni özgürlük anlayışına uygun olan şaheserler vermektedirler. Picasso, bunlardan biridir.'' (Sena, Estetik/Remzi Kitapevi 1972)

 Ülkemiz sanatında gerçeküstücülük, yakın bir geçmişte filizlenmeye başlamış az ama aşkın ürünler vermiştir. Üzerinde durmak istediğimiz Şahin Kaygun'un, son yirmi yılda ortaya çıkan fotoğraf haritamızda gelişme tipolojisi açısından özel bir önemi vardır. Kaygun'un son sanat mevsiminde ortaya koyduğu olgunluk dönemi çalışmaları gerçek anlamda bir üst dil kavrayışıdır. Bilinç akışı tekniği, fotoğrafta imgenin sözdizimine sonsuz bir esneklik ve özgürlük getirmiştir. Bu açıdan Kaygun'un çalışmalarını kendi özgürlük biçimini, tür içinde dil düzeyini arayış olarak da düşünebiliriz. İçsel ve düşünce yanı ağır basan gerçek kurtuluş, ''baskıcı bir genel kültür''den arınma arayışı Şahin Kaygun'un sanat yaşamında nerede başlar, nasıl gelişir ve neden bitmez? Öncelikle bu soruların yanıtları verilmelidir. 

Şahin Kaygun'un ''rastlantısallığı aşan bilinç düzeyi'' araştırması 1980 yılında yaptığı Salzburg seyahatiyle başlar. Ve bu dönemin ilk sergisini Ocak 1982'de Ankara'da açar. Sergilediği fotoğrafların ilk dikkati çeken özelliği, bitmemiş izlenimi veren, sonu açık bir yapıya sahip olmalarıdır. Çokluk fotoğraflarda çeşitli doğal ortamlara serpiştirilmiş anlam yüklü semboller vardır. Söz konusu edilen, insan doğasının ayrılmaz bir parçası durumundaki ölüm ve yaşam düşüncesinin içerdiği çelişkilerle kaynaşmış olan direniştir. Bu serinin en etkili çalışmalarından ''Yaşam-ölüm iç içe kurulmuşlar'' adlı karede ölüm ile ihtiras yan yana sorgulanmaktadır. Yunan mitolojisinde Odysseus'un sirenlerin çekici sesine karşı koymak için kulaklarına balmumu tıkaması, kendini geminin orta direğine bağlatması, ihtirasa kapılmaması için yetmiştir. Oysa günümüz insanı akıl yoluyla karşı çıkmanın, ihtirası özümseyerek biçimlendirmenin, ona yaşamının bütünü içinde bir anlam kazandırarak yücelmenin peşindedir. Duyguların ussal denetimi ve ''kurgu temel, yaratıcı güçtür'' (V.I. Pudovkin) düşüncesi karakteristik bir yaratım potansiyelini gündeme getirmiştir. Şahin Kaygun'un 1984 yılı başlarında polaroid çalışmalarını sergilediği görülmektedir. Bu çalışmalar her şeyden önce küçük formatın büyük başarısını simgelemektedir. Polaroid karta doğuş anında müdahaleler, çizgi ve renk düzenlemeleri bir duygu saptaması olarak tarihe geçmiştir. Kaygun'un polaroid deneyini, değişik dünyasını anlatacak bir üslup arayışı olarak değerlendiriyoruz. Bu çalışmalara yalın, renkçi bir tavır egemendir. Aynı yılın son ayında hızlı bir çalışma temposuyla 17. kişisel sergisini açan sanatçı, foto-pentürleriyle kendi platformunda sürrealist bir anlayışla duygu ve düşüncelerini yeniden düzenlemek istemiştir. 

Sanatçının kişilik yapısını ön plana çıkaran, yaratıcılığı psikolojik gerilimle açıklayan, dikkati bilinçaltı sendromlara çeken Freud, bireyin gizli dünyasını derinden kavrayan yeni ve sarsıcı bir bakış açısı getirmiştir. II. Dünya savaşı yıllarında varoluşçuluk felsefesiyle güçlenen içe dönük sanat akımları ''görünen ve görünmeyen yoluyla tüm gerçeğin anlatım olanaklarını arayarak görünen gerçekliğin bir çeşit inkarına ulaşmayı'' amaçlamışlardır. Bu bir yapıtın ''tümsel örgütlenmesi'', dış gerçekliğin eksiksiz bir senteze ulaşması ve bireyselliğin dışa vurumudur. Kendini tekrar etmemeye özen gösteren Şahin Kaygun 1984 yapıtlarıyla insanlık çıkmazlarından ikiyüzlülüğü, çoğul yalnızlığı, fosilleşmeyi şiirsel bir otomatizmle sorgulamaktadır. Söz konusu çalışmalar, ona göre ''resmin diliyle fotoğrafın dilini çağdaş bir noktada buluşturma''dır. Kaygun’un son dönem çalışmalarını bir cümleyle özetlemek gerekirse düşle gerçekliğin zaman ötesi üçüncü boyutunun araştırılması olduğunu söyleyebiliriz. Bu tavır aynı zamanda ''fotoğraf çekmek'' ile ''fotoğraf yapmak'' arasındaki farkı irdeleme tutkusunu sürekli canlı tutmaktadır. Kaygunlun ''Eskizaman Denizlerinde'' başlığı altında topladığı çalışmaları bireysel planda tarih-bugün ilişkisini çarpıcı bir figür, renk ve mekan anlayışı içinde derlemektedir. Bir yandan kıvrak resim tekniğinin yarattığı imge seline kapılırken bir yandan da tarihselliğin kemikleşmiş estetik değerlerinin üstüne basarak yükseldiğimizi duyumsuyoruz. Şahin Kaygun'un çektiği iki savaşçının gerginliğini betimleyen rölyefte savaşçılar arasında bulunan atın, sanatçı tarafından maviye boyanmış olması bir ''buluş'' olmanın ötesinde anlatılmak istenen şeyin o renkte ve formda kendini bulmasının sonucudur. Eski Mısır'lı ustaların yaşamı koruyan üslubuyla Yunan, Romalı ustaların ''canlı gerçekliğin imgeleştirilmesi'' ne ilişkin yaratım modları o günün insanlarının iç kaosunun bir anlamda deşifre edilmesidir.

Jean-Paul Sartre ''Niçin Yazıyoruz?'' başlıklı denemesinde ''Yaratılışın kurallarını, ölçütlerini, değer yargılarını kendimiz ortaya koyuyorsak ve yaratıcı itki ta içimizden geliyorsa, o zaman yapıtımızda ancak kendimizi buluruz'' diyor. Sanatçının kendini bulduğu ve aynı zamanda aşmaya çalıştığı yapıtlar, bedeli binbir güçlükle ödenen faturalardır. Sonluluk düşüncesi sanatçıyı varoluşun gizlerini çözmeye, elde ettiği sonuçları kalıcı bir biçimde bırakmaya itmiştir. Sanatçı, ''Tarih denen arabaya koşulmuş ölümü bekleyen varlık'' yazgısını değiştirmek amacıyla kurmaca bir dünya yaratmıştır. Somut bir biçimde kendini gerçekleştirmenin en kalıcı yolu olan sanatı bir yaşam yolu olarak seçmiştir. Descartes'in ''Düşünüyorum, öyleyse varım'' (Cogito Ergo Sum) özdeyişi insan doğası olan kültür düzleminde, yaratıyorum, öyleyse varım aşamasında hedefini bulmuştur. Yaratıcılığın sınırsız olanakları içinde dış gerçekleri artistik bir biçim anlayışıyla yansıtmak yerine oluşturmayı yeğleyen Şahin Kaygun, özgün bir dil sentezine ulaşmış, yapıtların yapısına sinmiş olarak varolan, yoruma açık bir söz dizgesi oluşturmuştur. Başı ve sonu belirsiz geçişli bir bütünün parçası olan zaman içinde yolculuk "eklemleme ve anlam çatısı kurma yetisi" gerektirmektedir. Şahin Kaygun'u bir sanatçı olarak benzersiz bir biçimde "tip"leştiren, insanlık serüveninin farkında olmak, zamanı çok boyutlu duyumsamak ve derinlerde yaşamak türünden özellikler bileşkesidir.

 Sophokles'in AIAS tragedyasında Aias'ın ölüm tiradı şu sözlerle biter: "Ey Ölüm, Ölüm, gel şimdi gözünü benden ayırma; Ama seninle orada da buluşup görüşeceğiz. Sizlere ise, ey bu parlak günün ışığı, ey arabanla geçen Güneş! Sizlere son defa hitap ediyorum: Bu bir daha mümkün olmayacak! Ey ışık! Ey yurdum Salamis'in mübarek toprağı! Ey atalarımın ocağının temeli! Sen de ünlü Atina, sizler de, benimle yetişmiş nesil! Buradaki pınarlar, çaylar, Troia ovaları! Sizlere hitap ediyorum! Elveda, beni besleyen tabiat! Bu size Aias'ın söyleyeceği son sözdür; sonrasını Hades'te yer altında barınan ölülere anlatacağım!" Sophokles'in ölüm, ışık, toprak ve suyla diyalogu, sürekliliğini kesinlemek içindir. Mitos ve tragedyalarda yaşam ve ölüm ülkesi bir bütün olarak algılanmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, Şahin Kaygun'un insanlık serüveni ve düş gücünü kullanarak çağdaş bir mitos yaratmayı hedeflediği görülecektir. Estetik yaşantıların başarısı insanı ne ölçüde değiştirdiğine bağlıdır. İnsanın önünde yeni ufuklar açması, özel ve ortak yanlarımız üzerinde yükselen benliğimizi sarması, geçmişten alıp geleceğe götürmesi sanatın doğasındadır.

 Dolaştığım denizlerce düşünüyorum,

Bineceğim son gemi değil midir

Hayır sahibi omuzlarda giden tabut.

.....................................

Gün gelir gidersem şayet,

Öyle severekten gideceğim ki,

Karanlık kıyılardan bile olsa,

Candan selamlarım

Civarımdan geçecek gemileri;

Güneşli gemileri;

Şarkılı gemileri;

İçlerinde kendim varmışım gibi!

(Ben Aşk Adamıyım/C. Sıtkı Tarancı) 

Şiir, şair, fotoğraf, fotoğrafçı, resim, ressam o gizemli dünyanın parçalarıdır. Kendi doğası içinde düş gücü ve kurmaca olanaklarını zorlayarak düşünce düzeyinde somutlaştıran Şahin Kaygun'un özellikle bir temayı başarıyla dile getirdiğini söyleyebiliriz: o da ölümsüzlüktür.